FelsefiGenelTers kose
Zamane Çocukları Dinlemeyi Bilmiyor.

Sessizliği adımlarım bozmuştu. Boş bir sandalyeyi rafların önüne çekip üstüne çıktım ve kütüphanenin raflarında parmaklarımı gezdirdim. Kabı biraz yırtılmış ama hala eski ihtişamına sahip ince kitaba baktım. Onu almam için resmen yalvarıyordu. Tozlu, küflü kokusu ve yıpranmış derisiyle, antik bir kitap gibi gözüküyordu. Adı, soluk altın harflerle kapakta yazıyordu: “Robertson’ların Perili Köşkü.”. İlginç bir kitaba benziyordu.Kitabın sayfaları sararmış, bazı yerleri yırtılmıştı. Elini mürekkepte gezdirdim , eski bir kitaptan beklenen şekilde değişik bir mürekkebi vardı.

Sandalyeden yere atladım.Atlamamla beraber zemindeki sıvı etrafa sıçramıştı ama ben bunu umursamadım.Kitabın ilk bölümünü açtım ve önümdeki sessiz kalabalığın dikkatini çekmek için boğazımı temizledim. Daha sonra kitabı sesli bir şekilde okumaya başladım.


Güneş, sis bulutlarının arasından sızarak Robertson’ların Köşkü’nün kiremitlerini kısa bir süreliğine aydınlatıyordu. 1888 yılının Ekim ayının son günleri olmasına rağmen, köşkün etrafındaki ağaçlar henüz sonbaharın tüm renklerini kaybetmemişti. Yaprakların kızıl, sarı ve kahverengi tonları, köşke ihtişamlı bir görünüm katıyordu; ancak bu ihtişam, köşkün taş duvarlarına sinmiş olan karanlığı örtmeye yetmiyordu.

Köşk, tepenin zirvesinde, sanki yüzyıllardır orada duruyormuş gibi, heybetli bir şekilde yükseliyordu. Gotik mimarinin sivri kemerleri ve Viktorya döneminin zarif detayları, taş işçiliğinin mükemmel bir örneğiydi. Kuleleri, gökyüzüne doğru uzanan parmaklar gibiydi, sanki yukarıdan aşağıya bir şeyler gözetliyordu. Pencereler, güneş ışığını içeriye davet ediyor gibi görünse de, her biri ayrı bir sır perdesiydi; içlerinde nelerin saklı olduğunu kimse bilmiyordu. Vitray camlar, gün ışığının odalara düşüşünde renkli gölgeler yaratıyordu.

Ana kapı, oymalı ahşap ve parlak pirinç detaylarıyla dikkat çekiyordu. Kapının iki yanında duran, bronzdan yapılmış aslan heykelleri, köşkün gücünü ve ihtişamını simgeliyordu. Kapının üstünde, Robertson ailesinin arması, geçmişin şanlı günlerine bir göndermeydi ve böyle kalsın istedikleri belliydi. Merdivenleri, cilalı ahşap ve kırmızı halılarla süslenmişti, her adımda yavaşça yükseliyordunuz sanki.

Bahçe, özenle düzenlenmiş çiçek tarhları, budanmış çalılar ve uzun, çakıllı yollarla doluydu. Havuzun ortasında mermerden yapılmış bir tanrıça heykeli, suyu fışkırtıyordu. Robertson’lar en iyi bahçıvanları tutmuş , bahçelerine dokunmalarına izin vermişlerdi.
Kuşların cıvıltısı ve rüzgarın hışırtısı, dışarıda bir yaşam olduğunu gösterse de, sanki köşkün içindeki sessizlik, her şeyi yutmaya hazırdı.

Edward Robertson , piyano derslerini bitirmiş ve kahvaltı için devasa ve ihtişamlı yemek odasına gelmişti.Ailenin en küçük üyesi ve tek erkek çocuğu olduğu için üzerinde çok fazla sorumluluk vardı. Her şeyi kusursuz yapmak zorundaydı.Masada Annesini ve Babasını oturur halde fakat yemeklerine başlamamış halde gördü.Babasından başıyla izin isteyip her zamanki sandalyesine oturdu.

Babası konuştu: “Beatrice nerede ?” sesi sakin ama otoriter bir şekildeydi. Hizmetli cevap verdi: “Odasında efendim. Üstünü değiştirip geleceğini iletmemi istedi.”.

“Herhalde dün gece geç saate kadar antrenman yaptığı için çok yorulmuş olmalıdır. Ona karşı anlayışlı ol.” Dedi Anne, Eleanor Robertson. “O sadece genç bir kız ve-” Sözünü Beatrice’in adımları böldü, O da sonunda yemek odasına gelmişti.Biraz utangaç bir şekilde başıyla özür dileyip , kardeşi gibi, kendine ait olan sandalyeye oturdu. Herkes geldiği için hizmetliler yemekleri servis etmeye başladılar. Bugünün kahvaltı menüsünde omlet ve kızartılmış sosis vardı.

Baba, Alistair Robertson, yemeğini sakince yemediği için Edward’ı azarlamıştı. “Obur bir hayvan gibi yiyorsun.” dedi yine sakin ama otoriter sesiyle. Edward şaşırmıştı ama babaya saygıdan dolayı ağzını açmamıştı. O elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordu ama yine yetmiyordu. Doğru çatalı kullandığına , ağzını şapırdatmadığına ve diğer kapsamlı görgü kurallarına uyduğuna emindi fakat yine de babasına yaranamamıştı. “Sakin ol hayatım.” dedi Eleanor, ama o da en az Edward kadar endişeliydi.

Kahvaltı bittikten sonra Edward ve Beatrice , onlar için özel olarak getirilen eskrim öğretmeniyle çalışmak için izin isteyip kalktılar.Onlar kapıdan çıkana kadar kimseden çıt çıkmadı. “Onlara çok sert davranmaya başladın.” dedi Eleanor , onlar kapıdan çıktıktan sonra. “Daha sadece çocuklar , bu kadar katı olman gerekmiyor.”. Bu söze karşılık Alistair: “Bana karışma. Onlara birisi insanlığı öğretmeli. Biz olmadığımız zaman kendi başlarının çaresine bakabilmeliler.” dedi ve göğsünü tutmaya başladı. “Yine mi? Doktoruna artık bu durumu anlatmalısın.” diye eleştirdi Eleanor , kocasının kalp rahatsızlığı onu tedirgin ediyordu.

Alistair, karısının sözlerini duymamış gibi, elini kalbine bastırarak ayağa kalktı. “Önemli bir şey değil,” diye mırıldandı. “Sadece biraz… rahatsızlık.” Ardından, bakışlarını pencereden dışarıya, sisle kaplı bahçeye çevirdi. “Bugün önemli işlerim var,” dedi, sesi bir kez daha soğuk ve otoriter bir tona bürünmüştü. “Aklını bu tür saçmalıklarla meşgul etme.”. Eleanor, kocasının bu huysuz haline alışmıştı, ancak içten içe endişelenmekten kendini alıkoyamıyordu. Alistair, odadan ayrılırken, arkasında tuhaf bir huzursuzluk bırakmıştı.

Edward ve Beatrice, eskrim salonuna doğru ilerlerken, koridorlardaki loş ışık ve ağır sessizlik, içlerine tuhaf bir ürperti yayıyordu. Köşkün duvarları sanki onların sırlarını biliyormuş gibi, üzerlerine bakıyordu. Eskrim salonu, evin batı kanadında, yüksek tavanlı ve geniş bir odaydı. Pencerelerden sızan güneş ışığı, tozlu havada dans ediyordu. Antrenörleri, Bay Thompson, onları her zamanki gibi bekliyordu.

Bay Thompson, uzun boylu, yapılı ve sert bakışlı bir adamdı. Eskrim konusunda oldukça yetenekliydi ve öğrencilerine karşı acımasız bir disiplin uyguluyordu. Edward ve Beatrice, onun rehberliğinde kılıçlarını kuşanıp, antrenmana başladılar. Kılıçların metalik sesi, sessiz salonun içinde yankılanıyordu. Edward, hareketlerini olabildiğince dikkatli yapmaya çalışıyordu; ancak aklının bir köşesinde, babasının kahvaltıdaki eleştirisi hala yankılanıyordu. Beatrice ise, daha çevik ve kararlıydı. Her hareketinde bir zarafet ve güç vardı.

Bay Thompson son olarak , Edward ve Beatrice’in birbirlerine karşı antrenman yapmalarını istemişti. İki kardeş antrenman salonunun iki ucuna geçip kılıçlarını kuşanmışlardı. Birbirlerine doğru atıldılar fakat Beatrice , kardeşinden daha çevik ve daha hızlıydı. Daha kardeşi karşılık bile veremeden işi bitirmişti.

Antrenman bittikten sonra, Edward ve Beatrice ter içinde kalmışlardı. Bay Thompson, onlara kısa bir övgüde bulunduktan sonra, odadan ayrıldı. İkisi yalnız kaldıklarında, Edward, “Babamın neden bu kadar sert davrandığını anlamıyorum.” dedi, sesi hayal kırıklığıyla doluydu. “Her şeyi kusursuz yapmaya çalışıyorum ama yine de yetmiyor.” Beatrice, kardeşine anlayışla baktı. “Babam bazen… böyle oluyor. Kendini bu kadar üzmemelisin.” dedi. “Belki de o da bir şeyler yaşıyordur.”. Edward buna sinirlendi: “Bu bana bu kadar sert olmasını gerektirmez!” diye söylendi. Ablası onu kollarının arasına alıp sıkıca sardı. “Merak etme , birlikte olduğumuz sürece iyi olacağız.” dedi.

O gün öğleden sonra, Edward, köşkteki kütüphaneye çekilmişti. Kütüphane, Robertson’ların en büyük gururu, tavanı yüksek ve duvarları baştan aşağı kitaplarla kaplı bir odaydı. Antika ahşap masalar, deri koltuklar ve büyük bir şömine, buraya sıcak bir hava katıyordu. Edward, babasının el yazması notlarını incelemek için buradaydı. Ailenin tarihine meraklıydı ve geçmişte yaşanan olayları öğrenmek istiyordu. Kitaplardan birini alıp, tozunu üflediğinde, sayfaların arasından bir mektup düştü. Mektup, sararmış ve solmuş bir parşömen üzerine yazılmıştı. El yazısı biraz karmaşıktı, ancak Edward, dikkatli bir okumayla anlamaya çalıştı.

Mektup, 1840’ların sonlarına aitti ve Edward’ın dedesi, Sir Reginald Robertson tarafından yazılmıştı.Edward dedesini hiç tanımamıştı , bu yüzden bu mektup onun ilgisini daha çok çekmişti. Mektupta, köşkte yaşanan tuhaf olaylardan bahsediyordu.

*****
Sevgili Oğlum, Alistair,

Bu satırları sana yazarken, kalbimde derin bir huzursuzluk ve tüyler ürpertici bir korku hissediyorum. Yıllardır bu köşkte yaşıyorum ve bugüne kadar asla dile getiremediğim bazı gerçekleri artık seninle paylaşma zamanı geldiğini düşünüyorum. Belki de bu satırları okuduğunda, benim delirdiğimi düşüneceksin; ancak, şahit olduğum olaylar, beni aklımın sınırlarını zorlamaya itiyor.

Bu köşk, atalarımızdan kalan bir miras. Taşları, odaları, bahçesi… her biri tarihin birer tanığı. Ancak, bu ihtişamlı yapının ardında, karanlık bir sır saklı. Başlangıçta her şey normal görünüyordu. Günler, sakin ve düzenli bir şekilde akıp gidiyordu. Ancak zamanla, tuhaf olaylar yaşanmaya başladı. İlk olarak, gece vakti duyduğumuz anlamsız sesler… Sanki duvarların içinden gelen uğultular, fısıltılar… Öyle belirsiz ve ürkütücü ki, kulaklarınızla bir oyun oynuyor sanki. Başlangıçta, bunların sadece rüzgarın sesi olduğunu düşündüm. Ancak, fırtına dinse bile, bu sesler hiç kesilmiyordu.

Sonra, odalarda aniden beliren soğuk noktalar… Yazın en sıcak günlerinde bile, bazı odalara girdiğinizde sanki buz gibi bir hava sizi karşılıyor. Bu soğuk, sıradan bir soğuk değil, sanki ruhunuzu donduracak kadar derin bir soğuk. İlk başlarda, bunun evin içindeki hava akımından kaynaklandığını düşündüm. Ancak, bu soğuk noktaların belli bir düzeni yok ve aniden ortaya çıkıp, bir anda kayboluyorlar. Düzeltmek için çağırdığım herkes işi daha da berbat hale getirdi. Bunu eninde sonunda sen de fark edeceksin zaten.

En çok ürküten ise, gölgeler… Duvarlarda, koridorlarda, merdivenlerde aniden beliren gölgeler. Sanki birileri, bizleri izliyormuş gibi. Bu gölgeler, insan siluetlerine benziyor; ancak, hiçbir zaman net olarak bir şekil almıyorlar. Sanki karanlığın birer parçası ve bizimle alay ediyor gibiler. Bazen o kadar gerçekçi görünüyorlar ki, dönüp baktığımda, kimsenin orada olmadığını görmek, daha da korkunç bir hal alıyor. Sanki, köşkte görünmeyen birileri bizimle aynı evde yaşıyor gibi.

Bir gece, bu tuhaf olayları daha derinden incelemeye karar verdim. Elime bir mum alıp, koridorlarda dolaşmaya başladım. Her adımda, içimdeki korku biraz daha büyüdü. En sonunda, köşkün batı kanadında, kullanılmayan eski bir odaya denk geldim. Kapıyı açtığımda, içerisi zifiri karanlıktı. El yordamıyla ilerledim ve aniden bir şeyin üzerine bastığımı hissettim. Aşağı eğilip baktığımda, yerde eski, tozlu bir günlük buldum.

Günlüğün sahibi, atalarımızdan birisiydi. Sir Humphrey Robertson. Günlüğünde, köşkte yaşanan olayları detaylı bir şekilde anlatıyordu. Humphrey, bu olayların köşkün derinliklerinde saklı bir sırla bağlantılı olduğunu düşünüyordu. Anlattığı olaylar, benim yaşadıklarımla aynıydı. Ancak, Humphrey’in günlüğünde okuduklarım, beni daha da dehşete düşürdü. Günlüğünde, bu köşkte yüzyıllardır saklı olan karanlık bir varlıktan bahsediyor. Bu varlık, köşkle birlikte büyümüş ve güçlenmiş. Humphrey, bu varlığın her şeyi yutmak istediğini, hatta ailemizin tüm üyelerini yok edebileceğini yazmıştı.

O günden sonra, bu köşkte daha farklı bir şekilde yaşamaya başladım. Her an bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumu hissediyorum. Belki de tüm bunlar, benim hayal gücümün bir oyunu. Ancak içimdeki korku, bunun gerçeğin ta kendisi olduğuna inanmamı sağlıyor. Artık bu köşkte huzur içinde uyuyamıyorum. Her an, o karanlık varlığın beni de içine çekmesinden korkuyorum.

Sevgili oğlum Alistair, sana bu mektubu yazmamın nedeni, seni bu sırra hazırlamak. Eğer köşke geri dönersen, bu olayları aklından çıkarma. Unutma, köşkün duvarları her şeyi görüyor ve duyuyor. Belki de, bu sırrın gerçek yüzünü ortaya çıkarabilirsin. Ya da belki de, bu varlıktan korunmak için bu köşkten uzak durmalısın. Karar senin. Ancak, ne yaparsan yap, dikkatli ol.Köşkün içinde, her şeyi yutmak isteyen bir şey var…

Seni sevgiyle kucaklarım ve Tanrı’nın seni korumasını dilerim.

Baban,

Reginald Robertson.

****

Edward , mektubu okuduktan sonra kafası karışık bir şekilde kalmıştı. Bu mektup… gerçek miydi ? Babası bu mektubu görmüş müydü ? Eğer gördüyse neden onlara bahsetmemişti ? Tüm bu anlatılanlar…gerçek miydi ?

Edward, sandalyeden kalkıp, kütüphanenin penceresine doğru yürüdü. Dışarıda hava kararmaya başlamış, sis bulutları köşkü yavaş yavaş sarıyordu. Gecenin karanlığı, köşkü daha da ürkütücü bir hale getiriyordu. Gözlerini bahçeye dikti ve sisin içinde hareket eden belirsiz gölgeleri fark etti. Onlar sadece ağaçların ve çalıların gölgeleri miydi, yoksa Reginald’ın bahsettiği o karanlık varlığın birer yansıması mıydı?

Kütüphanenin kapısı gıcırtıyla açıldı ve Beatrice içeri girdi. Bu Edward’ı çok korkutmuştu ve yerinden sıçramasına neden olmuştu. Beatrice’in elinde, Edward’ın çok sevdiği sıcak çikolata dolu bir fincan vardı. “Hala burada mısın?” diye sordu. “Akşam yemeği neredeyse hazır.” Edward, kardeşinin telaşlı sesini duyduğunda, bir anlığına o ürkütücü düşüncelerden sıyrıldı. Ona karşı dürüst olmak istiyordu, ama bu mektubu ona nasıl anlatacağını bilemiyordu.

“Sadece biraz okuyordum,” dedi, sesindeki tedirginliği gizlemeye çalışarak. Beatrice, kardeşinin yüzündeki gerginliği fark etmişti. “Sorun ne?” diye sordu, endişeli bir tavırla. “Bir şey seni rahatsız ediyor gibi.” Edward, derin bir nefes aldı ve mektubu sakladığı kitabın arasına sıkıştırarak kapattı. “Hiçbir şey,” dedi, gözlerini kardeşinden kaçırarak. “Sadece biraz yorgunum.”

Beatrice, kardeşinin yalan söylediğini anlamıştı, ama üstelememeye karar verdi. “O zaman, hadi yemek yiyelim,” dedi. “Belki yemekten sonra biraz sohbet ederiz.”. Edward, başını sallayarak kardeşine eşlik etti. Yemek odasına doğru yürürken, zihninde hala mektubun satırları dönüyordu. Reginald’ın uyarıları, kulaklarında yankılanıyordu: “Unutma, köşkün duvarları her şeyi görüyor ve duyuyor.”.

Yemek masasına oturduklarında, Alistair ve Eleanor da onlara katıldı. Yemek, her zamanki gibi sessizlik içinde geçti. Alistair, her zamanki soğuk ve otoriter tavrıyla, çocuklarına tek bir kelime dahi etmiyordu. Eleanor, arada sırada çocuklarına gülümsese de, içindeki endişeyi gizleyemiyordu. Edward, babasının yüzüne baktığında, onun da bir şeyler sakladığını hissediyordu. Belki de babası, bu sırrın varlığından haberdardı ve bu yüzden bu kadar gergin ve huzursuzdu.

Yemek bittikten sonra Edward, yorgunluğunu bahane ederek odasına çekildi. Beatrice ise biraz daha annesiyle vakit geçirmek için salonda kalmıştı. Odasına girdiğinde, Edward hemen kütüphaneden aldığı kitabı ve içindeki mektubu tekrar eline aldı. Yatağının kenarına oturdu, loş ışığın altında mektubun satırlarını tekrar gözden geçirdi. Reginald’ın sözleri, zihninde giderek daha da belirginleşiyordu.

“Köşkün içinde, her şeyi yutmak isteyen bir şey var…” Bu cümle, Edward’ın içini ürpertiyordu. Acaba dedesi ne demek istiyordu? Bu “şey” neydi ve köşkte nasıl bir güç kazanmıştı? Edward, bu soruların cevabını bulmak için daha derinlere inmeye karar verdi. Belki de Sir Humphrey’in günlüğü ona bir ipucu verebilirdi. Ama o günlük neredeydi?

Edward, odasındaki kitaplıkları ve çekmeceleri karıştırmaya başladı. Aklında, kütüphanedeki eski kitaplar ve tozlu raflar vardı. Sir Humphrey’in günlüğünün de o kitaplar arasında olma ihtimali yüksekti. Bu yüzden, bir süre sonra odasından çıkarak kütüphaneye indi. Kütüphane, akşam karanlığında daha da ürkütücü bir hale gelmişti. Rafların arasında uzanan gölgeler, sanki birer canavara dönüşmüştü. Edward, mum ışığında, bir yandan rafların arasında kaybolmaya çalışırken, diğer yandan da etrafındaki seslere kulak kabartıyordu.

Edward, daha dikkatli bir şekilde kitaplara bakmaya devam etti. Bir süre sonra, raflardan birinin arkasında, gizli bir bölme olduğunu fark etti. Bölmeyi açtığında, küçük bir sandıkla karşılaştı. Sandık, eski ve yıpranmış bir görünüme sahipti. Kapak kısmında, Robertson ailesinin arması vardı. Edward, sandığı kucaklayarak ve korkudan titreyerek , odasına geri döndü.

Odasına döndüğünde, Edward kapıyı kilitledi ve sandığı yatağının üzerine dikkatlice bıraktı. Kalbi, heyecan ve korku karışımı duygularla hızla çarpıyordu. Sandık, ailenin geçmişine dair bilinmeyen bir kapı gibiydi ve içindeki sırları öğrenmek için sabırsızlanıyordu. Mumu yatağının yanındaki komodinin üzerine yerleştirdi ve sandığın etrafına iyice baktı. Ahşabı yıpranmış, üzerindeki oymalar solmuştu. Sandığın kapağındaki Robertson arması, gurur ve güç simgesiydi.

Edward, sandığı açmak için elini uzattı. Kapağın üzerindeki pirinç mandalını yavaşça çekti ve kapağı kaldırdı. İçeriden gelen küflü koku, odanın havasını bir anda değiştirdi.Sandığın içi…karanlıktı. Uçsuz bucaksız saf bir karanlık.Edward buna anlam veremedi.Mumu eline alıp ışığını kullanmaya çalıştı ama nafileydi. Sandığın içi sanki ışığı emiyordu.

Edward, elindeki mumu sandığın içine doğru yaklaştırdı. Ancak mumun alevi, sandığın derinliklerine indikçe kayboluyor, karanlık sanki ışığı yutuyordu. Bu durum, Edward’ı daha da tedirgin etmişti. Sanki sandığın içinde, sıradan bir boşluktan daha fazlası vardı. Sanki sonsuz bir karanlık, tüm ışığı emiyordu.

Bir anda sandığın içerisinden bir tıkırtı duydu.Ve aniden arkasında bir ses duydu. Birisi sanki onun ismini fısıldıyordu. “Edward…” Ses o kadar yakındı ki, Edward, hemen arkasını döndü ama kimseyi göremedi. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı.Sesi duymasıyla beraber korkudan titremiş ve elindeki mumu yanlışlıkla kutuya düşürmüştü.Mumun düşme sesi gelmedi ve kutu asla aydınlanmadı. Onun yerine oda kapkaranlık olmuştu.Edward telaşla el yordamıyla kutuyu kapattı ve daha sonra yeni bir mum yaktı.

Edward, kalbi deli gibi çarparken, yeni yaktığı mumun titrek ışığında odasına baktı. Karanlık, sanki bir anlığına geri çekilmiş gibiydi, ancak hala odanın köşelerinde gizleniyordu. Sandığın kapağı kapalıydı, ancak içindeki o tarifsiz karanlık ve o tıkırtı sesi, zihnine kazınmıştı. Bu sandık normal değildi.

Edward sandığı kucakladığı gibi bulduğu yere geri götürdü.Titriyor ve doğru düşünemiyordu.Sandığı aldığı bölmeyi tekrar açınca orada bir günlük buldu.Günlüğü alıp sandığı geri koydu ve bölmeyi kapattı.Daha sonra yine aynı tıkırtıyı duydu.Bu sefer ensesinde bir soğuk hissetmişti. “Edward…” fısıltı onun tam ensesinden geliyordu.Koşarak odasına çıktı ve günlüğü yastığının altına saklayıp kendini yatağa attı.Çok geçmeden ise uykuya dalmıştı.

Alistair’in göğsünün ağrısı iyice artmıştı.Artık şifalı bitkiler ve otlar onun acısını dindiremiyordu. Eleanor kocasının bu halini görünce , Beatrice’in yanından ayrılıp kocasına odalarına geçmesi için yardım etti. “Odana geç hayatım.” dedi kızına , “Biz de uyuyacağız.”. Ve bu sözlerle birlikte Beatrice’de kendi odasına, yatağına geçti.

Beatrice, yatağına uzanırken, zihnini rahatlatmaya çalıştı. Ancak bir türlü uyuyamıyordu. Yatağında döndü durdu ve en sonunda gözlerini tavana dikti. O sırada, odanın köşesinden gelen hafif bir tıkırtı duydu. Beatrice, yavaşça doğrulup, kulaklarını kabarttı. Ses, sanki duvarın içinden geliyordu. Birkaç dakika sonra, tıkırtı sesi tekrar duyuldu. Beatrice, yatağından inip, sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Odanın duvarına iyice yaklaştı ve sesin duvardan geldiğini fark etti. Sanki biri duvarın içinde bir şeyler hareket ettiriyordu.

Beatrice, daha fazla dayanamayıp, elini duvara vurdu. “Kim var orada?” diye sordu, sesi titrek bir fısıltıdan ibaretti. Cevap yoktu. Sadece sessizlik ve tıkırtı sesleri. Beatrice, bir kez daha duvara vurdu ve aynı soruyu tekrar sordu. Yine cevap yoktu. Sadece, tıkırtı sesleri biraz daha hızlanmış gibiydi.

“Edward, sen misin ?” dedi Beatrice , fakat yine cevap yoktu.Beatrice, bir an için kardeşinin ona bir oyun oynadığını düşündü. Belki de Edward, onu korkutmak için böyle bir şey yapıyordu. Ancak, bu kadar gerçekçi bir korku yaratması pek olası değildi. Tıkırtı sesleri, sanki birileri duvarın içinde bir şeyler kazıyormuş gibiydi. Bu seslerin kaynağını öğrenmek için daha kararlı bir şekilde hareket etti.

Yatağının kenarındaki komodinden bir mum aldı ve yaktı. Mumun titrek ışığı, odanın köşelerini aydınlatırken, Beatrice yavaşça duvara yaklaştı. Elini duvara dayadı ve parmaklarını gezdirerek, sesin tam olarak nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Duvarın bazı yerleri soğuk, bazı yerleri ise hafifçe sıcaktı. Tıkırtı sesleri, soğuk noktaların olduğu yerden geliyordu.

Beatrice, duvara birkaç kez daha vurdu ve bu sefer sesi biraz daha yükselterek, “Kim var orada? Ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Yine cevap yoktu. Ancak, tıkırtı sesleri sanki bir şeye cevap veriyormuş gibi daha da hızlandı. Beatrice, o an içgüdüsel olarak tehlikede olduğunu hissetti. Sanki, duvarın içindeki “şey”, onunla iletişim kurmaya çalışıyordu.

O sırada tam solunda bir ses duydu: “Beatrice…”. Vücudu kaskatı kesilmişti.Titremeye başlamıştı.Duyduğu sese anlam veremiyordu.İşitsel halüsinasyon gördüğünü düşündü fakat ardından tekrar duydu. “Beatrice…”. Titreyerek kafasını sola döndürdüğünde ise odanın en karanlık noktasında duran uzun siyah bir gölge gördü.Kontrolsüzce titriyor ve hareket edemiyordu.Kaskatı kesilmişti. Gölge ellerini uzattı ve…onu kaptı.

Sabahın ilk ışıklarında hizmetçilerin çığlığı tüm köşkü sarsmıştı.Hizmetçilerin çığlıkları, köşkü bir anda uykusundan uyandırmış, sessizliği acı dolu bir feryada dönüştürmüştü. Edward bu seslerle yerinden fırladı. Günlüğü aldı ve sesin olduğu yere gitti.Hizmetçiler ile anne ve babası , Beatrice’in odasının önündeydiler. Hizmetçilerin bazıları şok olmuş bazıları ise ağlıyordu. Eleanor ağlamaktan kıpkırmızı olmuş burnunu çekiyor, Alistair ise şok olmuş bir şekilde odaya bakıyordu.Edward bu şok anından faydalanıp odaya bir bakış attı.Kardeşinin cansız bedeni parça parça olmuş ve tüm odaya dağılmıştı.Tavandaki parçalarından yerde yatan kopuk başındaki çenesine kanlar dökülüyordu.Oda kan havuzu olmuştu.Edward bunu görünce olduğu yere kustu.

Edward, midesinin alt üst olmasıyla birlikte odaya kusarken, gözlerini kardeşinin parçalanmış bedeninden kaçırmaya çalıştı. Ancak, o korkunç manzara, gözlerinin önünden gitmiyordu. Beatrice’in odası, sanki bir canavarın saldırısına uğramış gibiydi. Duvarlara sıçramış kan lekeleri, yerde yatan parçalanmış beden, odaya sinmiş olan ölüm kokusu… Edward, daha önce böyle bir dehşeti hiç görmemişti.

Annesi Eleanor, çaresizlik içinde feryat ediyordu. Gözyaşları hiç dinmiyor, acısı her geçen saniye daha da artıyordu. Babası Alistair ise, şoktan donakalmış gibiydi. Otoriter ve soğukkanlı adam, şimdi tamamen çaresiz görünüyordu. Yüzü bembeyazdı, gözleri boşluğa bakıyordu. Sanki gördüklerine inanamıyordu.

Babası sonunda kendine gelebilmişti.Hizmetçilere polisi çağırmalarını emretti ve kalan ailesini, yani karısı ve Edward’ı, alarak köşkün dışarısına çıktı.Bir süre sonra şerif ve bir çok polis olay yerine gelmişti. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Beatrice’i sabah dersine uyandırmak için giren hizmetçi bu korkunç manzarayla karşılaşmıştı ve şok olup çığlık atmaya başlamıştı.

Şerif “Burayı incelemek için dedektif ayarlayacağız. Bay ve Bayan Robertson , siz ve hizmetçiler bizimle gelmelisiniz.” dedi. Baba Alistair bunu kabul etti.Edward’ı da alıp şerifi takip ettiler. Faytonlarla birlikte şehir merkezine gidip olayı anlatmak üzere yola koyuldular.Yol boyunca kimse çıt çıkartmadı.Bu Edward için iyiydi çünkü hala kendine gelememişti.

Polis merkezine vardıklarında kapsamlı bir sorgulamadan geçtiler.Sorgulamada herkes aynı şeyi söylüyordu: “Ne olduğunu bilmiyorum.”. Şerif ailenin birkaç gün daha şehir merkezinde kalmasının iyi bir fikir olacağını söyledi ve Alistair Robertson’da bunu kabul etti.Alistair Robertson, ailesini yakınlardaki bir otele taşıdı.

Edward otel odasına girdikten sonra direkt banyo yaptı.Kendini kirlenmiş hissediyordu.Ablası , canından çok sevdiği kişi ölmüştü.O banyodayken dışarıda ailesinin konuşmalarını duyabiliyordu. Eleanor: “Ben buna dayanamıyorum Alistair! Kızımız öldü! O Gitti! Nasıl oldu ? Kim yaptı ? Böyle canice bir şeyi kim yapabilir ?” dedi , ağlamaklı bir şekilde. Alistair ona döndü:”Hizmetçilerden birisi sikik bir katil olmalı.O orospu çocuğunu bulduğumda tüm sülalesini canlı canlı yakacağım!” dedi. Her ne kadar sinirli olsa da , onun da yüreği yanıyordu.

Edward banyodan çıkıp kurulandıktan sonra tek bir kelime bile etmeden yatağına gitti. Olanları düşündü. “Bu bir lanet , değil mi ?” dedi kendi kendine. “B-Bu bir lanet….bu o köşkün laneti.Mektupta bahsedilen şey buydu.”.Ablasını düşünmemeye çalışsa da başaramıyordu.Gözleri tamamen sulanmış , damlalar bir bir yanağına akmaya başlamıştı.Sessizce yatağında ağlamaya başladı.

O esnada babasının bağırmalarıyla yatağından kalktı.Babası göğsünü tutuyor ve acıdan kıvranıyordu.Annesi , yardım etmeye çalışıyordu ama işe yaramıyordu. “Sen babanla kal , ben yardım getireceğim!” dedi annesi ve otelden çıkıp “Doktor var mı?” diye sokakta bağırarak ilerledi.Edward babasının yanında durmaya çalıştı ama koskoca adam yere devrilmişti.Son gücüyle Edward’a baktı ve elini kaldırıp yanağını okşadı. Edward’ın gözlerinden yaşlar akıyordu. O otoriter , sert adamın son sözleri ise “Özür dilerim.” olmuştu. Artık o adam nefes almıyordu , hareket etmiyordu.Yerde öylece yatıyordu. Edward arkasından gelen bir tıkırtı duydu ama umursamadı. Günlüğü aldı ve sayfalarını açtı.Sayfaları açarken tam arkasından bir ses duydu. “Edward…” bir fısıltı.

Edward sayfalara baktı , hepsi tamamen karalanmıştı ve bazı sayfalar tamamen kopuktu.Sadece son sayfada devasa bir yazı vardı.

****

O , BENİ TAKİP EDİYOR.

****

Edward olayı anlamıştı.Ensesinde hissettiği buz gibi soğuğa rağmen arkasını dönmedi. O “şey” köşkün laneti değildi , Robertson’ların lanetiydi…

“Ve son.” dedim kitabı kapayıp.”Vay be ne güzel kitaptı , çok etkilendim doğrusu! Aslında sonu biraz ucu açık kalmış ama yine de eğlenceli ve korkutucuydu.” dedim ve kitabı yere fırlattım. Islak zemine çarpınca ilginç bir ses çıkartmıştı. “Eee siz ne düşünüyorsunuz ?” diye sordum az önce hikayeyi okuduğum kalabalığa.Kimseden çıt çıkmamıştı. “Ah hadi ama , sizin için o kadar okudum. Bari teşekkür edin veya hikaye nasıldı , beğendiniz mi onu söyleyin.” dedim. Kalabalık beni kale almadı.

Önümdeki masaya yaklaştım ve masaya düşmüş kafalardan birisini saçından tutup kaldırdım. “Hadi ama Andrew , beğendiğini söyle bana.”. Ama…yine cevap yoktu.Saçı tutmayı bıraktım ve kafa masaya düştü. Düşerken kalın bir ses çıkarttı. Elime baktım ve koyu, yoğun bir kan gördüm. “Öf be Andrew! Elimi kirlettin işte. Sana temiz olmanı söylemiştim oğlum.” dedim ve elimi onun üstüne sildim. Hala bana cevap vermiyordu. “Ben seni buraya kadar taşıyayım ve sana müthiş bir hikaye okuyayım ama sen cevap verme ha ! İyi o zaman , öyleyse ben de seninle konuşmuyorum.” dedim ve diğer masaları gezdim. Bazıları yerde yatıyordu, bazıları sandalyeden düşmüştü ama hiçbiri hikaye hakkında konuşmak istemiyordu. Beni dinlememişlerdi. Zamane çocukları dinlemeyi bilmiyor.

Gözüme küçük masalarda oturan tatlı , küçük bir kız takıldı.Yaşı 9’dan büyük olamazdı.Bana bakıyordu ve gülümsüyordu.İçimde bir sıcaklık hissettim.Sanki ona bir aile olmam için beni çağırıyor gibiydi.

Ona yaklaştım ve yüzüne eğildim. “Eee tatlı şey, sen beğendin mi hikayeyi ? Biliyorum korkmuşsundur belki ama ne diyorsun ?”.O da diğerleri gibi bana cevap vermedi. Derin bir nefes verdim ve ardından kütüphanenin dışındaki siren seslerini ve kırmızı mavi ışıkları fark ettim.Kıza döndüm ve, “Eh gitme zamanı , ama uslu bir çocuk olduğun için seni de yanıma alıyorum. Bundan sonra yeni baban benim.” dedim.Omzuma asılı tüfeği arkama çevirdim ve kızı kucağıma aldım.Başı geriye düştü. Sanırım uykusu vardı. Kütüphanenin arka kapısından çıkarken ona baktım. Anlındaki delik şirinliğini 10 kat artırıyordu.

Evet utandığı için bana cevap vermedi ama bence o da hikayeyi çok sevdi.