Ben bir tıp öğrencisiyim. Sadece gözlem yapmam gerekiyordu. Belki biraz da yardım etmek ama bu..bu ders kitaplarımızda ya da eğitimimizde, bizi buna hazırlayan hiçbir şey olmamisti.
Bunu, kapisini kilitledigim yatak odamdan yazıyorum, çünkü bir şey evimin içinde sanki bir hayvanmis gibi dolaşıyor, ama daha sessiz. Daha bilincli.
Lütfen. Birisi bana ne yapmam gerektiğini söylesin. Kapının ne kadar dayanacağını bilmiyorum.
Her şey üç hafta önce başladı. İlk stajıma yeni başlamıştım—iç hastalıkları. St. Thomas’ta danışman doktorumun yanında stajyer doktor olarak bulunuyordum. Danisman doktorum keskin zekalıydı, eski kafalıydı, her zaman papyon takardı ve asla paniğe kapılmazdı. Ona hayrandım, hâlâ da öyleyim. Acil müdahale sırasında gözünü bile kırpmazdı ama hep derdi ki: “Bagiranlari degil, sessiz olanları izle. Bagirmasi gereken yerde gülümseyenleri.”
O zamanlar ne demek istediğini anlamamıştım.
İlk tek başıma aldığım vaka 46B numaralı hasta olarak kaydedilmiş bir adamdı. Otuzlu yaşlarının ortalarında. Hafif yapılı. Acil bir durumu veya onemli semptomlari yoktu sadece “açıklanamayan morluklar” şikayetiyle gelmişti.
Danışma odasında sakince oturuyordu. Görünürde herhangi bir yarası yoktu. Solgundu. İnce dudaklıydı. Saçları cansızdı, sanki pes etmiş gibiydi. Ama gözleri—işte asıl fark ettiğim ilk şey buydu. Griydiler. Mavi-gri ya da ela-gri değil. Sadece… gri.
Ürpertici bir şekilde boş, buğulanmış bir ayna gibi. Yavaşça, nazik bir ses tonuyla konuşuyordu. Sesi alçak ve duygusuzdu. Morlukların üç ay önce ortaya çıkmaya başladığını söyledi. İç uyluklarında. Üst kollarında. Omurgasında. Cinsel istismar vakalarında veya kanama bozukluklarında görülmesi muhtemel yerlerde.
Onu muayene ettim. Ve evet—morluklar vardı. Ama… gariplerdi. Kenarları mor ya da iyileşmekte olan yaralar gibi sararmış değildi. Kapkara bir haldeydiler, tam ortaları kırmızıydı, sanki içeriden bir şey çıkmaya çalışıyormuş gibi.
Ona herhangi bir kan sulandırıcı ilaç kullanıp kullanmadığını sordum. “Hayır,” dedi. Madde kullanımı, alkol, kan pihtilastiricilari hakkında sordum. “Hayatımda bir damla bile kullanmadim,” diye cevap verdi, ama yüzündeki gülümseme ona ait değilmiş gibi hissettirdi.
Tedirgindim ama yine de bir şeyler yazmam gerekiyordu. Olası bir immün trombositopeni olarak not aldım, hafif bir kortikosteroid reçete ettim ve bir hafta sonra tekrar gelmesini söyledim. “Daha fazla test yapacağız,” dedim. “Muhtemelen endişelenecek bir şey yok.” diye de ekledim.
Bu sözleri söylediğime pişmanım.
Bir hafta sonra geri geldiğinde, işler kötüleşti.
Daha da zayıflamış görünüyordu. Aynı koyu renk kıyafetler, aynı boş ifade. Ama daha fazla morluk vardı. Şimdi boynunda, çene hattında ve saç derisinde mürekkep lekeleri gibi yayılan izler vardı.
Bu sefer oturmadı. Danışma odasının köşesinde, yüzünü duvara dönmüş halde duruyordu. Sanki ceza almış bir çocuk gibi.
“Lukas?” diye sordum. Hakkinda bildigim tek sey ismiydi. “İyi misin?”
“Onları artık duyabiliyorum,” diye fısıldadı. “Duvarların içinde. Çıkmak istiyorlar. Ama seni beğendiler.”
Bir an aynaya baktım, bunun karmaşık bir psikolojik test olup olmadığını düşündüm. Ama sadece ben vardım. Yalnızdım. Bir de Lukas vardi.
Sonrasinda bana döndü. Göz bebekleri genişlemişti, neredeyse irisini tamamen kapliyorlardi. Ve tırnaklarının altında kan vardı.
“Ben kaşımıyorum,” dedi, sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi. “İçimde hareket ediyorlar. Ben yapmıyorum.”
Onu psikiyatri bölümüne yönlendirdim. Ayrıca iç hastalıkları bölümünden yeni bir muayene istedim. Bir şeyler yerine oturmuyordu—ne fiziksel ne de zihinsel olarak. “Seni yakında tekrar muayene edeceğiz,” dedim. “Dayan, tamam mı?”
Başını salladı. “Kapılarını daha sıkı kilitlemelisin. Özellikle hava karardıktan sonra. Sen… sıcaksın. Seni giymek isterler.”
Ertesi gün, sevk durumunu kontrol etmek için psikiyatri ofisine gittim.
Sekreter önce kafasını kaldırıp şaşkın bir ifadeyle baktı, sonra yüz ifadesi değişti—daha sessiz, hafif bir hüzünle dolu bir hal aldı. “Doktor burda yok. Haberiniz yok mu?”
“Neyi?”
Tereddüt etti. “Doktor dün gece oldu. Dövülerek öldürülmüş. Ofisinde. Polis, mesai saatlerinden sonra olduğunu düşünüyor. Bugün kapalıyız, çünkü—” diye devam ediyordu ama ben çoktan uzaklaşmıştım bile. Kulaklarım uğulduyordu. Bunun bağlantılı olduğunu düşünmek istemiyordum. Olamazdı. Ama içimde, bir yerlerde bunu hissediyordum.
Polis merkezini aradım. Sorumlu dedektifle konuşmak istedim. Birkaç kez yönlendirilerek sonunda biri beni yalandan da olsa ciddiye aldı.
“Evet,” dedi diğer uçtaki ses. “Bir hastayı arıyoruz. Otuzlu yaşlarının ortalarında. Lukas ismini kullanmış. Başvuru formunda sahte bir adres vermiş. Kimliği yok. St. Thomas’taki tüm personelin dikkatli olmasını ve temas kurmaktan kaçınmasını tavsiye ediyoruz.”
Dedektif sesini alçalttı. “Dr. P’nin ofisinde bazı şeyler bulduk. Olmamaları gereken yerlerde kan. Sandalyesinin altına kazınmış semboller. Ve tırnaklarının altında bir şey… bi r insana ait olmayan bir sey.”
Bu on iki saat önceydi.
O zamandan beri normal davranmaya çalışıyorum. Mesaimi erken bitirdim, hemşireye migrenim olduğunu söyledim. Tramvaya bindim, sürekli omzumun üzerinden arkamı kontrol ederek eve döndüm.
Eve geldigimde, ev karanlıktı. İki katlı bir teras evde yalnız yaşıyorum. Normalde sıcak, huzurlu hissedilir. Ama bu gece durum cok daha farkliydi.
Kapıyı kilitledim, koridor ışığını açtım.
Ve…Lukas oradaydı. Ama ayakta durmuyordu.
Tavandaydi.
Bir örümcek gibi yapışmış halde. Çıplak ayak. Üstü başı yırtık. Derisi artık asiri derecede solgun, neredeyse yarı saydam. Morluklar tüm uzuvlarını kaplamış, yüzüne doğru tırmanan kırık, mürekkep gibi damarlar oluşturmuştu.
Ama beni dehsete dusuren sey yuzundeki ifadeydi. O kadar geniş bir gülümsemesi vardi ki, doğallıktan çıkmıştı, sanki yanakları zorlamanın etkisiyle yırtılacak gibiydi. Gözleri… gozleri artık tamamen siyahtı.
Konuşmadı. Sadece hareket etti. Ama bir insan gibi değil. Uzuvları, hiçbir eklemin izin vermemesi gereken açılarda bükülüyordu, yavaş ve sarsıntılı, sanki onu kontrol eden sey daha önce hiç kukla görmemiş gibiydi.
Tavanda sürünerek bana doğru ilerledi.
Bağırmak istedim ama yapamadım. Boğazım dugumlendi. Geriye sendeledim, ellerim titredi, anahtarlar yere düştü.
Lukas yere indi. Tavandan kendini birakmisti ama hiç ses çıkmadı.
Şimdi kapinin tam onunde ayakta duruyordu. Başını yana eğmişti. Kolları cansızca sarkıyordu. Hâlâ gülümsüyordu.
Koştum. Merdivenleri çıktım. Kendimi yatak odasına kilitledim. Kapıyı bir sandalye ve bir rafla destekledim. Bir işe yarar mı bilmiyorum.
Tek kelime etmedi. Ama şimdi kapıyi tikliyor.
Kapıya değil.
Duvarlara.
Tak. Tak. Tak.
Sonra sessizlik.
Sonra odanın diğer tarafından gelen baska bir tiklama sesi.
Yemin ederim kıkırdadığını duyabiliyorum.
Polisi aradım. Birilerini yönlendireceklerini söylediler ama “acil durumlarda artış varmış.” En az otuz dakika sürecekmiş.
Bir hastanın bir psikiyatristi öldürmüş olabileceğini ve şu an evimde olduğunu anlatmaya çalıştım.
“Lütfen sakin olun, beyefendi. Belki dışarı çıkabilirsiniz.” dediler.
Çıkamam.
O her yerde.
Işıklar sürekli titriyor. Telefonumun şarjı %9.
Şu an yukarıda, tavanın içinde hareket ettiğini duyabiliyorum. Bazen bir şeyi sürüklüyor. Bazense adimi fısıldıyor.. Tekrar tekrar.
Do—ktor…
Lütfen. Biri bana ne yapmam gerektiğini söylesin. Bunu paylaşmanız için anlatiyorum, eğer buradan çıkamazsam en azından birileri bilsin. Polisler 20 dakika içinde burada olacak.
GÜNCELLEME:
Sesler durdu.
Ne tıklama, ne fısıltı.
Sadece… sessizlik.
Sanırım bekliyor.
Bunu okuyorsanız, lütfen paylaşın. Ve eğer gri gözlü, tırnaklarının altında kan olan, iyileşmeyen morlukları olan bir hasta kliniğinize gelirse—
Kacin.