Külrengi
Külrengi
Çeviren : Muhammet ERDEM
Nehir, ölümün iğrenç kokusuyla taşmakta. Artık vakit yaklaşıyor. On yıl boyunca kaçtım; her taşın altına sığındım, medeniyetin dışlanmış artıklarının çürüdüğü kuytu köşelerde saklandım. Ne bir şehir, ne bir köy, ne de bir kasaba bana barınak sundu. Ne bir dost, ne de bir hane beni bağrına bastı. Ben, dokunulmaz olanım. İnsanoğlunun bilgiye duyduğu susuzluğun nasıl da lanetli bir bela olabileceğinin marazi bir hatırası. On yıl süren bu kesintisiz geceler, hızla akıp geçti; ancak ayaklarımdaki toz kolayca silkinmiyor ve keşfettiğim şeyin dehşetengiz anıları zihnimden sökülüp atılamıyor.
Bu kayıt, benim son vasiyetim olacak. Ve Nil’in bu taşlı kıyısı, nihai istirahatgâhım. Tanrı’ya şükürler olsun ki, bu lanetli yerde daha fazla sürünmeyeceğim. Dinleyen kim olursa olsun, hikâyeme kulak verin ve geçmişin kalıntılarından uzak durun, zira onlar, modern aklın tahayyül bile edemeyeceği iğrençlikler tarafından lanetlenmiştir. Acele etmeliyim, zira güneş alçaldı ve yakında o şey burada olacak. Ben, Dr. Samuel Russell. Eğer bu kaydı dinliyorsanız, meraklı zihinler için bir uyarı niteliğinde olsun.
Bütün bunlar başladığında, hırs dolu bir adamdım. Bir arkeolog olarak, dünyayı sarsacak bir keşif yapmanın hayalini kurardım. Beni tarihin sayfalarına kazıyacak bir keşif. Belki bir cümle, belki bir paragraf, belki de koca bir cilt… En azından, unutulmayacak bir isim olmak. İşte bu, benim tutkumdu… İnsanlığın geçmişinden öyle bir parça bulmak ki, medeniyetimizin hikâyesinde bir bölümü baştan yazdırsın.
Ve otuz iki yaşıma geldiğimde, tam da böyle bir şey bulduğuma inanıyordum.
Halk, birçok arkeolojik keşfin aslında ilk bulunduğu anda değil, on yıllar sonra gerçek anlamda gün yüzüne çıktığını bilmez. Belki de fazlasıyla sayısız kazı yapıldı, sayısız harabe açığa çıkarıldı, sayısız kemik toprağın altından söküldü… Çoğu zaman, bu kalıntılar akademik enstitülerin ve müzelerin karanlık mahzenlerinde, sandıklara ve kutulara tıkılmış halde bekler; henüz doğmamış nesillerin onları sınıflandırıp anlamasını umarak çürümeye terk edilirler. Kimi zaman bu süreç yıllar alır. Ancak benim keşfim söz konusu olduğunda, şöhret ve servet vaat eden, ancak lanetli olduğu her haliyle belli olan o tozlu sandık, bir asırdan fazla bir süredir karanlıkta çürümeye bırakılmıştı.
İskoçya’daki Glasgow Kelvingrove Müzesi’nin arşivlerinde araştırma yapıyordum. New York’tan buraya, South Uist mumyalarını incelemek üzere gelmiştim. Sağ olsun, meslektaşım Dr. M. Grealy, bana müzenin bodrum katlarına erişim izni vermişti. İki asırdır keşfedilmeyi bekleyen sandıklar, belgeler ve kazılardan getirilmiş kalıntılar burada unutulmuş bir halde yatıyordu.
Tablete tamamen tesadüf eseri rastladım. Eski mezar ritüelleri üzerine yazılmış bir metin arıyordum, araştırmamı destekleyecek herhangi bir kaynak bulma ümidiyle arşiv kitaplarını karıştırırken gözüme garip bir kayıt çarptı: 1883, Predinastik Taş Tablet. Menşei Bilinmiyor. Böyle bir gizemi nasıl görmezden gelebilirdim? Merakımı gidermek için birkaç saatimi harcamaya değerdi. Kasvetli rafların, tozlu sandıkların ve kutuların arasında dolaşırken heyecanım giderek arttı. Menşei bilinmiyor. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Sonuçta bir uzmanın, kullanılan dil veya hiyerogliflerden, taşın çıkarıldığı ocaktan yola çıkarak kaynağını belirlemesi zor olmamalıydı.
Karanlık bir labirenti andıran mahzende, gölgeler içinde kaybolan kasalar ve raflar arasında uzun süre dolandıktan sonra nihayet onu buldum. Tahta sandığın yüzeyi zaman aşımına uğramış seyahat mühürleriyle kaplıydı: El-Fayyum, Kahire, Boston, Viyana, Londra, Glasgow. Açıkça görülüyordu ki, sandık elden ele dolaşmış, uzmanlar nesiller boyu ona bakıp çaresizlik içinde başlarını kaşımışlardı. Kapağı çivilerle mühürlenmişti. Onu açmaya hazırlanırken, o an fark ettim.
Bir his. Başlangıçta hafif bir ürpertiydi, zamanla büyüyerek yıllar boyunca peşimi bırakmayan bir musibete dönüştü. Mezarıma birinin basmış olduğu hissi. Korku, tehdit, sırtımda soğuk bir ürperti, yüzümden çekilen kan. Böyle izole bir bodrum katında huzursuz hissetmek elbette doğaldı, ancak bu bambaşkaydı. Bir anlığına nefesim kesildi, toprak tarafından boğuluyormuşum gibi. Ağzımda tuhaf bir tat… kum, kadim bir çölün külleri.
Ancak bu huzursuzluk kısa sürdü ve keşif heyecanım, içimde beliren o ilkel korkuyu bastırdı. Keskin uçlu levye demirini sandığın kapağının altına sapladım ve bir çırpıda açtım. Ve işte oradaydı. Kumaşa sarılmış taş tablet. Bir ceset kadar solgun ve vakur.
İlk bakışta farklı olduğunu anladım. Daha önce pek çok Mısır tableti görmüştüm ama bu başkaydı. Daha kadim, tuhaf bir düzensizlik içinde oyulmuş, kenarları kül gibi çatlamış ve dağılmıştı. 1883’teki arkeologların neden onu çözmekte zorlandıkları açıktı. Taşın yüzeyi bilinçli bir şekilde kazınmış, bir aletle tahrip edilmişti. Belli ki biri, bu mesajın okunmasını istememişti.
Müze arşivcileriyle görüştüğümde, tabletle birlikte gönderilen bir mektubun, onu keşfeden arkeoloğun bilinen son kaydı olduğunu söylediler. Adı Dr. Fitzsimmons’tı. görünüşe göre zamanının saygın akademisyenlerinden biri. Ancak kayıtlar muğlaktı, eksikti; anlaşılan Dr. Fitzsimmons tableti Mısır’daki Sahra Çölü’nde bir yerde keşfetmiş, ardından korkunç bir hastalığa yakalanmıştı.
Onun yıpranmış, mantık dışı mektubunda defalarca tekrarladığı garip bir ifade vardı: “kül gibi bir şey.” Bu tanım, bilmediğim bir sebepten dolayı içimde tedirgin edici bir ürperti uyandırdı. Belli ki Fitzsimmons, keşfinden kısa bir süre sonra aklını yitirmiş, hastalığı onu harap etmiş ve muhtemelen, yabancı bir diyarda erken ölümüyle tarihin karanlığına gömülmüştü.
Biraz ikna çabasıyla, müzedeki dostum tableti daha yakından incelemem için bana temin etmeyi başardı. Gerçekten de müzenin diğer akademisyenleri, geçmişin okunamayan bir yazıtına pek ilgi duymuyordu. Onlara göre bu mesaj, sonsuza dek kaybolmuştu. Ama benim için kaybolmamıştı. Beni büyülüyordu… düşüncelerimi ele geçirmiş, neredeyse bir saplantıya dönüşmüştü. Tabletten silinen mesajın içeriğine kafamı takıp duruyordum; bize geçmiş hakkında ne anlatıyordu? Ve belki de daha önemlisi, neden birileri onu böylesine zahmetle yok etmeye çalışmıştı?
O andan itibaren günlerim tableti incelemekle, gecelerim ise onun üzerine düşünmekle geçti. Rüyalarım bile ondan kaçamıyordu. Sahra Çölü’nün altın rüzgârlarını, zamanın kumları altında saklı sırları görüyordum.
Sonra aklıma bir fikir geldi. Son yıllarda bazı modern tarama yöntemleri, eski yazıtları ve seramikleri incelemek için kullanılmış, çıplak gözle okunamayan kelimeler ve şekiller gelişmiş görüntüleme teknikleriyle açığa çıkarılmıştı. Acaba tablete de benzer bir yöntem uygulanabilir miydi? Belki de taşın yüzeyinde gözle görünmeyen ince aşınmalar, silinen yazının izlerini taşıyordu.
1883’teki arkeologlar, 21. yüzyılın sahip olduğu araştırma araçlarını hayal bile edemezlerdi. Bu bir kumardı, ancak birkaç ay ve azımsanamayacak bir miktarda para harcadıktan sonra tabletten yeni veriler elde etmeyi başardım. Neyse ki yalnız çalışıyordum; ekipmanı kendim tedarik etmiş, araştırmamı tek başıma yürütmüştüm. Ve beni mazur görün, fakat kullandığım yöntemleri ya da elde ettiğim sonuçların tam detaylarını burada paylaşamayacağım. Bunu göze alamam. Bir başka talihsiz ruhun bu bilgileri kullanarak gerçeği aramaya kalkışmasını, sonra da benim düştüğüm korkunç çıkmazın içine sürüklenmesini istemem.
Sizlere söyleyebileceğim tek şey, yazıtın, büyük Mısır hanedanlarının kuruluşundan bile önceye tarihlenen bir mezardan bahsettiğidir. Heyecanlanmıştım. Gözlerimin önündeki imgeler, şimdiye kadar bilinen en eski Mısır yazılarından biri olabilirdi. Dahası, burada betimlenen olay, bildiğim kadarıyla tüm arkeoloji tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şeye işaret ediyordu. Ve en önemlisi, yazıtta belirtilen yer, hâlâ varlığını sürdüren ayırt edici bir coğrafi özellik sayesinde, neredeyse anında tanıyabildiğim bir konumdu.
Mısır’ın Sahra Çölü’ndeki bir dağ sırasının eteklerinde, mezar bir yerde saklıydı. Güneşin doğuşu ve batışıyla ve gökteki bir takımyıldızıyla hizalanmış bir noktada. Tableti oyarak bu mesajı bize ulaştıran kişi, geçmişten elini uzatıyor ve önemli bir şeyin yerini bana bildiriyordu.
Ancak betimlenen olaya dair anlatının büyük bir kısmı, taşın tahribatı nedeniyle silinmişti. Görünen oyma resimler, bir topluluğun mezarı ziyaret ettiğini ve kollarını kaldırarak güneşi selamladığını gösteriyordu… Sanki bir kutlama törenine şahit oluyordum. Ancak bir ayrıntı beni rahatsız ediyordu: Bozulmuş taş yüzeyde, kutlama yapanların arasında, solgun ve biçimsiz bir figürün ayakta durduğunu fark ettim. Çevresindekilerse hareketsiz ve ölü yatıyordu. Bunun, bir tür salgının metaforu olduğunu düşündüm; muhtemelen o kadar tahrip ediciydi ki, insanlar bunu tablete kaydetmeye değer görmüştü.
Keşfimi akademik camiayla hemen paylaşmak istemedim. Zira daha nüfuzlu birinin, mezarın içindeki her neyse, onu benden önce sahiplenmeye çalışacağından korkuyordum. Bu yüzden tableti müzeye geri verdim, ancak elde ettiğim görüntüleri kendime sakladım. Hatta müzedeki dostuma bile başarısız olduğumu, kayda değer hiçbir şey bulamadığımı söyledim. Evet, kibir benim ilk günahımdı; ama ne yazık ki sonuncusu olmayacaktı.
Ve böylece kendimi Mısır çöllerine doğru yol alırken buldum. O efsunlu, marazi mezarın, başıma gelen tüm felaketlerin kaynağının peşine düştüm. Tabii ki onu bulmak kolay olmadı. Dokuz aydan uzun süren jeofiziksel taramalar, başarısız kazılar, umutsuz geceler… Ama sonunda, Tanrı şahidim olsun ki, onu buldum.
Dağ yamacının eteğinde, gölgenin koruyuculuğunda, ihtiyacım olan kanıt gözlerimin önündeydi. Yanımda, isimlerini şimdilik anmaktan çekineceğim dört Mısırlı arkeoloji öğrencisi vardı.M eslekte kendilerini kanıtlamak isteyen, istekli gençler. Onlara, bu keşfin ardından dünyanın her yerinde iş bulabileceklerini söylemiş, kazıyı gizli tutmaları konusunda onları temin etmiştim. Sonuçta, burada kazı yapmak için resmi bir iznimiz yoktu. Ancak böylesine kadim bir keşfin getireceği prestijin, olası bir cezanın çok ötesine geçeceğine inanıyordum. Adım tarihe kazınacaktı; bundan daha önemli ne olabilirdi ki?
İlerleyen vakitlerde, kumun ve toprağın derinliklerinde ilk kalıntımızı bulduk. Ama beklediğimiz gibi antik bir taş parçası ya da çömlek değil, 19. yüzyıldan kalma bir kazı aracıydı.
Kazdıkça, daha fazlasını bulduk: kürekler, mala benzeri aletler, çürümüş torbalar, çürümüş erzaklar… Çöl her şeyi örtmeye muktedirdi elbette, ama ne kadar derine inersek, içimi o ilk gün tablete bakarken hissettiğim o korkunç ürperti daha da sarıyordu. Bunun ne anlama geldiğini düşünmek istemiyordum. Ama içten içe bir şeyden emindim: Burası birileri tarafından kasten gömülmüştü!
Yerin altına yalnızca tarih öncesinden kalma kalıntılar değil, 19. yüzyıl arkeolojisinin izleri de gömülmüştü. Ve elbette, 1883 tarihli bir boş sandık bulduğumuzda şüphem kalmamıştı: Bunlar Fitzsimmons’ın kazı ekibinin eşyalarıydı.
O da tıpkı benim gibi tabletin sırrını çözmüş ve onun işaret ettiği mezara ulaşmıştı. Ama bir noktada, tüm ekipmanlarını burada bırakarak, sanki hiç var olmamış gibi çölün kumlarına gömülmesine izin vermişti.
Ama neden?
Neyi açığa çıkarmıştı? Ve neden bu keşfi toprağın derinliklerine gömme gereği duymuştu?
Daha da kötüsü…
Çölün altındaki o şeyden neden bu kadar korkmuştu?
Tüm bu düşüncelere rağmen, kazıya devam ettik. Üç gün boyunca daha da derine indik. Geceleri, kuru çöl rüzgârı kampımızın içinden eserken, neredeyse hiç uyuyamıyordum. Grubun üzerinde tarif edilemez bir aciliyet hissi vardı; işe aldığım arkeoloji öğrencileri başta bu fırsattan ötürü minnettardılar, ancak zaman geçtikçe homurdanmalar başladı. Birbirlerini eşyalarını karıştırmakla suçluyorlardı.
Öğrencilerden biri, Harking adında bir adam, bir gece çadırında uyandığında bir siluetin hızla çıkıp gittiğini gördüğünü iddia etti. Birinin kamp alanımıza gizlice girdiğini söylüyordu. Ama çöldeydik, günlerdir tek bir insan yüzü bile görmemiştik. Öyleyse bu kim olabilirdi?
Ekipte en deneyimli kişi olarak, onların sinirlerini yatıştırmak zorundaydım. Tekrar tekrar onlara kazıya odaklanmalarını ve bu keşfin tarihe geçecek büyük bir fırsat olduğunu hatırlattım. Ancak, bu sözlerim gerginliği yatıştırmak yerine adeta ateşe körükle gitmek gibi oldu. Dördüncü gün geldiğinde, herkes suskun ve gergindi. Herkes birbirini şüpheyle süzüyor, göz ucuyla izliyordu.
Sonunda, Harking’in sevinç çığlığı sessizliği paramparça etti.
Hepimiz heyecanla kumları kazmaya başladık, ellerimizle, küreklerle, kovalar dolusu altın sarısı kumları yana savurarak… Ve nihayet, kazının amacı, tarihin derinliklerinde kaybolmuş bir mezarın kapısı, gözlerimizin önünde yükseldi.
Burası tamamen bilinmeyen bir keşifti, arkeoloji dünyası için yepyeni bir sayfa. Tabii, Fitzsimmons’ı saymazsak. Ama onun adını, elbette, yayınlayacağım makalelerde onurlandıracaktım.
İlk bakışta, mezarın daha önce açılmış olduğu açıktı. Girişin çevresine gelişigüzel bırakılmış taş bloklar, birilerinin buraya bizden önce ulaştığını gösteriyordu. Mezarın ağzında, insan bedeninin sığabileceği kadar geniş kare şeklinde oyuklar vardı.
Bir arkeolog mu girmişti buraya? Yoksa bir mezar soyguncusu mu?
Yoksa içeriden bir şey mi çıkmıştı?
Tuhaf, tüyler ürpertici bir düşünceydi. Ama aklımdan hızla kayıp gitti.
Güneş gökyüzünde solmaya başladığında, sırt çantama bir ses kaydedici, dinamolu el feneri ve anlık bulguları belgelemek için bir fotoğraf makinesi yerleştirdim. Diğerlerine ise pilli lambaları kurmalarını ve dışarıda telsiz bağlantısı içinde kalmalarını emrettim; kısmen içeride mümkün olduğunca az rahatsızlık yaratmak, kısmen de mezarın barındırdığı şeylere göz atan ilk kişi olmayı istemem sebebiyle. Yine de, keşfi ilk fark edenin Harking olduğunu göz önüne alarak, onu yanıma almaya karar verdim. Mezarın dış kabuğundaki açık yarıklardan süzülerek içeri girdiğimizde, yüzümden keskin bir şekilde kan çekildi, ağzımda kurumuş kumun tadı yeniden belirdi. Yalan söylemeyeceğim, bu beni huzursuz etti, ancak diğer arkeologların kazıyla ilgili zaten gergin olduklarını bildiğimden bu endişelerimi onlarla paylaşmak istemedim.
Mezarın tavanlarının, uzun yıllar boyunca kum ve rüzgârın tahribiyle bir noktada çökmüş olabileceğinden korkuyordum ve bu endişemin yersiz olmadığı hemen anlaşıldı. Karanlığa uzanan uzun bir taş koridor, yukarıdan düşen moloz ve kumlarla büyük ölçüde tıkanmıştı. Neyse ki, tavanın bir bloğu eğik bir şekilde düşerek, üzerimizde bilinmeyen tonlarca malzemeyi tutuyordu. Bu, bize mezarın sakladığı sırları keşfetmek için dar bir geçit sağladı. Dar boşluklardan ve çağlar boyunca bu sessiz mekânda yaşlanmış eski kumların üzerinden sürünerek ilerlerken, yalnızca fısıldayarak konuşuyor ve tehlikeli bir çöküşe sebep olmaktan korkarak dikkatle adım atıyorduk.
Sonunda geçit küçük bir odaya açıldı ve el fenerimin soğuk iç mekânı aydınlatmasıyla ilk başta hayal kırıklığına uğradım. Mezar yalnızca tek bir odadan ibaret gibi görünüyordu. Ancak bu hayal kırıklığı hızla yerini tarifsiz bir heyecana bıraktı. Oda kötü durumdaydı, tavanın bir bölümü zamanın acımasızlığıyla çökmüş ve kum yığınları ile toprağın alt dünyayı yeniden ele geçirmesine izin vermişti, fakat odanın tam merkezinde hayranlık uyandırıcı bir şey duruyordu. Binlerce yıldır mühürlenmiş bir kalıntı, daha önce hiç görmediğim bir eser. Önümde, en az 5.000 yıllık, belki de çok daha eski, muazzam bir heykel duruyordu. Büyülenmiş bir halde ona doğru koştum. Düşünmeden elimi uzattım ve onun soğuk, pürüzlü, kararmış yüzeyine dokundum. Görünüşüne dair iki şey hemen dikkatimi çekti: Tamamen oniksten, jet siyahı volkanik camdan yapılmıştı ve daha önce ne gördüğüm ne de duyduğum bir tarza sahipti.
Bir insana benziyordu, kolları ve bacakları vardı, ancak uzuvları sanki genetik bir deformasyona uğramış gibi yamuk ve orantısızdı. Bir kolu diğerinden daha uzundu, bacakları ise eğriydi, kalçalardan bükülerek grotesk bir biçimde şekil almıştı. Daha da garip olanı, heykelin yüzü yoktu… gözler, ağız ya da burun belirtisi bile bulunmuyordu. Ancak başı bana doğru eğilmiş, donuk bir duruş sergiliyordu, yüzeyi aşınmış ve pürüzlüydü. Evet, gözleri yoktu, ancak her hâliyle bana bakıyormuş gibi hissediyordum.
Düşüncelerimi kaydetmek için ses kayıt cihazımı çıkardığımda, heyecanın içinde Harking’in heykel hakkında hiç yorum yapmadığını fark ettim. Yüzümü ona çevirdiğimde, kelimelerle tarif edilemeyecek bir boşlukla karşılaştım. Kalbim donmuş kanı damarlarıma pompalarken, Harking bir çığlık attı ve yere yığıldı. Hızla ayağa kalktı ve deli gibi kaçmaya başladı, tünelden girişe doğru koşarak gözden kayboldu. İlk başta, yalnızca heykelin tuhaf görüntüsünden ürktüğünü düşündüm, ancak korkunç gerçek çok daha vahimdi… biz o odada yalnız değildik. Asla yalnız olmamıştık.
Arkamdan sadece kumun sesini duydum, incecik, toz halindeki kumların amaca yönelik bir şekilde hareket ettiğini hissettim. Hızla döndüğümde, orada ne olduğunu yalnızca bir anlığına görebildim… belirsiz fakat kesinlikle mevcut bir şey. Neredeyse insana benzeyen, ancak maddesel bütünlükten yoksun bir varlık. İlk başta nasıl göründüğünü bile bilmiyorum, çünkü dehşet beni ele geçirmişti. Ama bir anda köşeden yüzünü bana çevirdi ve o an, mezarın ortasında duran heykele tüyler ürpertici bir şekilde benzediğini fark ettim; kömürleşmiş, biçimsiz uzuvları ve o ürkünç yüzsüzlüğü ile. Gözleri yoktu, ama görüyordu. Bakıyordu. Ve şimdi, benim varlığımdan haberdardı.
O anda beni saran delilik, her yanımı kuşatan bir hal almıştı. Artık bir çöküntü ya da diri diri gömülme korkusu umurumda değildi. Kaçmalıydım. Odadan çıktım ve harap olmuş koridora doğru koştum, düşmüş blokların üzerinden tırmandım, çürüyen kum katmanlarının arasından geçtim. Ancak mezarın girişine ulaştığımda, o şeyin sesini duydum; kökeni bilinmeyen, tanımadığım ve anlamadığım bir dilde bir söz. Yine de bazı sesler evrenseldir, tüm çağları ve kültürleri aşar, ve o anda karanlıktaki belirsiz varlığın kahkaha attığından emindim.
Dışarıya yaklaştığımda, grubun geri kalanını Harking’i hezeyanından teskin etmeye çalışırken buldum. Açıklıktan geçip şimdi gece olan çöl manzarasına geri döndüğümde, hava tuhaf görünüyordu, bir şekilde daha soğuktu, her nefesle ciğerlerimi neredeyse yakarcasına bir soğuktu. Konuşmak için ağzımı açtım, ve tam o sırada arkeologlardan biri başını kaldırdı. Tepkisi beni şaşırttı, çünkü müthiş bir korkuyla çığlık attı. Dört meslektaşım da telaşla ayağa fırladı ve kazılmış çukurdan çıkmak için çırpınıp tırmalamaya başladılar. Hızla peşlerinden koştum, ne olduğunu sordum, ancak onlar sadece kaçmaya devam ettiler.
Sonrasında Harking’i çadırında korkudan bir köşesine sinmiş halde buldum. İçeri girdiğimde, ona zarar vermemem, hayatını bağışlamam için yalvardı. Sakinleştirici sözler söyledim, ancak sesimi tanıması onu daha da derin bir deliliğe sürükledi. Öyle bir umutsuzlukla çığlık attı ki, şok içinde geriye sendeledim ve dışarıya düştüm.
Yüzümde aniden yakıcı bir acı hissettim. Zira iki meslektaşım bana saldırmaya başlamıştı, yerde biçare yatarken yüzüme ve vücuduma tekme yağdırdılar. Her tekme, çölün kumunu üzerime savuruyordu. Burnumdan ve ağzımdan kanlar boşanırken, orada ve o anda ekibimin beni öldürmeye çalıştığını fark ettim. Beni ölene kadar döveceklerdi. Bu farkındalık, hayat kurtaran bir enerji dalgası yarattı içimde. Saldırıları devam ederken, dizlerimin üzerine kalkabildim, sonra ayağa kalktım ve olabildiğince hızlı bir şekilde kaçtım. Kampımızdan uzaklaştım, kafam karışmış, kanlar içinde ve korkmuş bir halde.
Çöl beni istemiyordu. İçim buz kesmişti ve yanımda mezara soktuğum sırt çantası dışında ne su ne de erzak vardı. Yine de Sahra’nın amansız güneşini, kum tepelerinin üzerinde yükselip aşağıyı kavurmaya başladığında bir nebze olsun memnuniyetle karşıladım. Fakat ne sıcaklık ne de rahatlama hissettim. İçim, sanki karlarla doldurulmuş gibi, yalnızca buz gibiydi. Acı kemiklerime kadar işlemişti ve bu duyguya katlanabilsem de, çok geçmeden başka hiçbir şey düşünemez hale geldim. Tamamen kaybolmuştum. İster sıcağı hissedeyim ister hissetmeyeyim, onun beni yakında öldüreceğini biliyordum. Bu yüzden kampımızı aramak zorunda kaldım. Ekibimle mantık çerçevesinde konuşmayı umuyordum; ancak onlar da bir tür histeri tarafından yutulmuşa benziyorlardı. Eğer akılları başlarında değilse, belki en azından erzaklardan bir şeyler alabilirdim. Fakat onlara ne olmuştu? Nafile… Kaybolmuştum. Ve susuzluk… o dipsiz, bastırılamaz susuzluk… öylesine şiddetlenmişti ki ağzım, tüm neminden arınmış, kuru bir kum çölüne dönüşmüştü. Sanki sonsuz bir dehşet kaynağından fışkıran bu işkence, azalmadan ve acımasızca sürüyordu. Gökyüzünde acımasızca parlayan güneş altında, çölde sendeliyor, kemiklerime kadar titriyor, ama aynı zamanda şiddetli dehidrasyonun ölümcül semptomlarıyla boğuşuyordum.
Buz kesmiş nefesimle ilerlemeye devam ettim, lanetli durumumdan kurtulacak bir umut, bir çare arıyordum. Ama biliyordum ki susuzluk yakında beni öldürecekti; üstelik ondan önce güneş çarpmasının yakıcı ağrısı ve zihnimde açacağı kaos beni bekliyordu. Kendimi hiç şanslı biri olarak görmedim, ama tam o anda, belki de şansın karanlık bir iltifatı bana dokundu. Dik bir kum tepesinden aşağı inerken, çölün yüzeyinde uzun, ince bir yarık gördüm. Bir tür uçurumdu bu, ve otuz kırk metre aşağıda, gölgeler içinde gizlenmiş bir vaha gibi duran berrak bir yeraltı su birikintisi parlıyordu.
Zayıf halimle, ölümle burun buruna bir inişe kalkıştığımın farkındaydım. Ama denemezsem, susuzluk beni yavaşça kemirecekti. Bacaklarımı titreyerek hareket ettirip ellerimle kayaları kavrayarak, dar taş aralığından aşağıdaki suya doğru inmeye başladım. Fakat ne kadar dikkatli olsam da, tutunduğum bir taş parçası aniden yerinden oynadı. Ve kendimi, ölümüm olması gereken yere düşerken buldum. Hatırladığım son şey, dirseğimin kayalara çarpışı, yüzümü karşıdaki kaya duvarında sürükleyişim ve nihayetinde taş zemine bir ceset gibi çakılışım oldu.
Ne kadar süre baygın kaldığımı bilmiyordum, ancak güneş artık gökyüzünde yükselmiyor, gece yaklaşıyordu. Susuzluk devam ediyordu, içimdeki buz gibi soğukluk da öyle, ve boğazım, etrafı saran kumlar kadar kupkuru olmuştu. Yakınımda, beni kurtarabilecek o su birikintisini görebiliyordum. Nihayet ayağa kalkabildim ve berrak suyun ferahlatıcı bir yudumuna kavuşma umuduyla ilerledim. Fakat havuza doğru adım atmamla birlikte, suyun değişmeye başladığını gördüm: Sağlıklı berraklığından, zift gibi kara, yapışkan bir bulamaç halini aldı. Başında dikildiğimde, karşımda yalnızca iğrenç kokulu, keskin bir pislik duruyordu. Bu iğrenç dönüşümü anlamlandıramıyordum.
Bir kez daha yere çöktüm ve yenilgiyi kabul ettim. Beni acıyla saran susuzluk, ölümün tatlı bir kurtuluş olacağına ikna etmişti. Orada, sonumu bekleyerek yerde yattım. Ama ölmedim… Yalnızca çürüdüm. Çürüdüm… Saatler günlere dönüştü ve işkencem acımasızca sürdü, sonu görünmeyen bir cehennem gibi. Derken, üçüncü gece, zehirli suyun yanında cansız yatarken, yakınlarda birinin ayak seslerini duydum. Başımı kaldırdım ve ay ışığında, yarıktan dışarıdaki dünyaya bakabildim. Gecenin göğünde yıldızlar parlıyordu. Kalbim, yukarıdan bana bakan o belirsiz şekli görünce titredi.
Topladığım tüm enerjiyle yukarıya doğru yardım için haykırdım. Umutların ötesinde bir umutla, bana bakan o belirsiz şeklin beni buradan çıkarıp medeniyete geri götürebileceğini düşündüm. Ancak cevap gelmedi. Bunun yerine, o karanlık siluet bana dik dik baktı ve sonra, tek bir ses çıkarmadan, yavaşça aşağıya inmeye başladı. Orada… çaresizce yatıyordum… Varlığın kayalık yüzeyde inişini izlerken, her hareketi içime korku salıyordu. Ah, keşke sessiz kalsaydım! Keşke bu geçici yolcunun yarığın ötesine geçip yoluna devam etmesine izin verseydim! Ah, AH!
Ama hayır, zira çığlık atmıştım; ölü taklidi yapmak artık işe yaramazdı. Figürün sırtı ay ışığında kamburlaşıp spazmlarla kıvranıyordu, ve çukurun dibine yaklaştıkça, kollarının farklı uzunluklarda olduğunu, hareketlerinin biçimsiz ve mantık dışı olduğunu görebiliyordum. Neredeyse insandı… Neredeyse, ama tam değil. Sonunda inişini tamamladı ve hantallıkla iki bacağı üzerinde yürüyerek bana doğru ilerlemeye başladı. Ancak birkaç adım sonra dört ayak üzerine çöktü, omuz kemikleri her hareketinde burkulup çarpıklaşarak daha hızlı, daha ölümcül bir süratle yaklaştı.
Bir çığlık attım, yardım için değil, zira o mezarda uyandırdığım kötülükten beni hiçbir şey kurtaramazdı. Bu çığlık, saf ve katıksız bir korkunun iniltisiydi. Yaklaştıkça, içimdeki buz gibi soğukluğun kemiklerime işlediğini hissettim; önce acı, sonra dayanılmaz bir ıstırap. Sadece birkaç metre ötemde, mezardan çıkan o şey yeniden iki ayağının üzerinde yükseldi. Tüm bu korkunçluğun içinde, varlığının bir yönü diğer her şeyden daha fazla dehşet saçıyordu: Kayalara tırmanışında, emekleyişinde, eğri büğrü ilerleyişinde… nefesin en ufak bir izi yoktu. Ve nefes olmadan, hayat da olamazdı.
Ay ışığının bir parçası, yaratığın başının yanına düştü. Kömür karasıydı, çatlaklarla doluydu, hiçbir yüz özelliği yoktu… Dünyanın karanlığından doğmuş, insanlığın en kirli arzularından bile daha kadim ve daha marazi bir şey. Dr. Fitzsimmons’un mektubunda bahsettiği gibi: “Külle İlgili Bir Şey”. Sahra çölünün bu dipsiz yarığında beni koruyamayan bir uyarı. Ah, keşke dinleseydim!
Tozlu parmaklarını uzatan yaratık, elini göğsüme koydu. Kalbimden buz gibi bir sızı tüm bedenimi kapladı. Acıyla kıvrandım ve son bir güçle içgüdüsel olarak yana döndüm ve bir zamanlar su olan o çürümüş sıvı birikintisine düştüm. Bilinmeyenin derinliklerine battım. Yoğun, sümüksü ve kokuşmuş çamur çorbası, beni dipsizliğe çekti. Çırpındım, bacaklarımı tekmeledim, kollarımı savurdum… boşuna yüzmeye çalışıyordum. Ama her panik dolu hareket, beni karanlığın daha derinlerine sürüklüyordu. Çamur, açık gözlerime yapıştı ve görüşümü mutlak bir karanlıkla örttü. Nefesimi tuttum, bu katranımsı pisliğin içinde savaşmaya devam ettim, ama nafile. Daha fazla dayanamadım. Sonunda, istemsizce derin bir nefes aldım. Yoğun bulamaç boğazımdan aktı, ciğerlerimi doldurdu ve beni boğdu. Gözlerim patlayacakmış gibi şişti, göğsümdeki acı içimden parçalanıyormuşum hissi yarattı. Acı devam ederken, pes ettim. Artık savaşmayı bıraktım. Ölümü bekliyordum… hatta o an, ölümü kucakladım.
Ve yine de ölmedim. Boğulmadım. Sadece… kaldım. Bu dünyada, o çürümüş sıvı çukurunun dibinde, zamanın dışında asılı kaldım. Sonraki saatler boyunca, kelimelerle tarif edilemez bir ıstırap yaşadım. Sürekli boğuluyordum, ama ölmüyordum. Eğer kendimi öldürebilseydim, bu işkenceye son vermek için hemen yapardım. Ancak çok geçmeden anladım ki, dünya beni bırakmıyordu. Acıdan kaçmak için sağa sola kıvrandım ve sonunda elimle havuzun duvarını buldum. Üzerime çöken yoğun sıvının ağırlığına karşı savaşarak, santim santim yukarı tırmandım. Tüm bunlar olurken nefes alamıyordum; sürekli boğulma hissi. Bu denli acının ortasında bile, yalnızca ölüme ve yukarıdaki o kül rengi varlığa tırmandığımı biliyordum. Ama “boğulup ölmemek”ten beter olan bu duruma kıyasla, her alternatif daha çekiciydi.
Nihayet, saatler sonra, elimle havayı hissedebildim. Son bir çabayla kendimi dışarı çektim ve yarığın zeminine yığıldım. Ciğerlerimdeki siyah sıvı önce direndi, ancak kustukça, öksürdükçe, o kokuşmuş sıvı ağzımdan dışarı aktı. Gözlerimden sıvıyı sıyırıp etrafa baktığımda, yalnız olduğumu ve yukarıdaki yarıktan güneş ışığının sızdığını gördüm. Mezardaki o şeyin beni ölü zannettiğini ve umarım sonsuza kadar peşimi bıraktığını düşündüm.
Susuzluk hâlâ amansızdı. Tek düşünebildiğim, bu dayanılmaz arzuyu dindirecek serin ve berrak bir su kaynağı bulmak, ağzım ile boğazımdaki o kurak, çorak hissi silmekti, ki bu his, aniden geri dönmüştü. O taş zindanda, kaçıp su bulmam gerektiğini biliyordum. Belki de deliliğe yenik düşmüş ekibimi bulabilirdim; umudum, onların da bu lanetten sağ çıkmış olmalarıydı. Açıktı ki hepimiz keşfimizden etkilenmiştik ve durumumu tanımlamak için, ne kadar tuhaf görünse de, tek bir kelime vardı: Lanetlenmiş.
Neredeyse birkaç kez ölümle burun buruna gelerek, insanüstü bir çabayla kayalık yüzeyi tırmandım. Mezardaki yaratığın izlediği yolun tersine doğru yürüyüp özgürlüğüme kavuştum. Güneş tepemde kavuruyordu, ancak kemiklerime işleyen o buz gibi ürperti hâlâ sürüyordu. O an, bunun mezarda bulunan bir tür hastalık, zehir ya da şiddetli halüsinasyonlara yol açan kadim bir illet olduğunu varsaydım.
Haftalarca Sahra çölünü dolaşıp durdum, medeniyetin bir izini aradım. Her şeyden önce su bulma umuduyla, bu dehşet verici susuzluğu dindirecek bir damla ve kemiklerimi saran o ebedi soğukluğu kovacak bir ateş arıyordum. İki kez, küçük su birikintileri buldum, ancak yaklaştığım anda her ikisi de önceki gibi kara, iğrenç bir bulamaç halini aldı. İçilemeyecek kadar pis, irinli bir sıvı. Yine de, ne kadar susuz kalırsam kalayım, ölmedim. Susuzluğun tüm ıstıraplarını yaşarken, dünya beni pençelerinden salmıyordu.
Sonra, geceler geldi. Diğerleri güneş battığında huzurlu bir uykuya hazırlanırken, ben her seferinde o şişkin ışık küresi ufka gömülür gömülmez, mezardaki o şeyin, o kül rengi varlığın, beni bulmak için çok beklemeyeceğini biliyordum. Amansızdı. Çölün neresinde olursam olayım, karanlıkla birlikte beliriyor, kum tepelerinde sürünüyordu. Eğri büğrü, biçimsiz, ruhsuz ama kararlı bir şekilde kovalıyordu. Kömür karası görüntüsü, çatlak ve tozlu, bana ulaşmaktan başka bir amaç taşımıyor gibiydi. Nedenini bilmiyordum, ama niyetinin kadim ve insanlık dışı bir zihnin derinliklerine kök saldığından emindim.
Elimden gelen tek şey kaçmaktı. Böylece, güneş battığında kadim bir dehşetin peşine düştüğü, gündüzleri ise ancak kısa süreliğine soluklanabilen bir avare haline gelmiştim. Sonunda, bir gece, küçük bir kum fırtınası çölü kaplarken ve ben o kül rengi varlığın bana yetişememesi için çılgınca koşarken, medeniyetin izine rastladım. Küçük bir Mısır kasabası. İsmi benim için bir anlam taşımıyordu, ama onu görünce ağladım; insanların bana kurtuluş getireceğinden emindim.
Evlerden bazılarının pencerelerinden sızan ışık huzmeleri, içimdeki umudu körükledi. Başka bir insan yüzü görmenin verdiği coşkuyla, en yakındaki açık kapıya yürüdüm ve yardım için haykırdım. Beni ilk gören, genç bir delikanlıydı. Yüzümü görür görmez hem korkudan hem de öfkeden çığlık attı. Çok geçmeden kasabadan diğerleri de ortaya çıktı ve bana karşı tepkileri vahşi ve acımasızdı. Kafamın arkasına bir taşla vurdular, sokaklarda sendeleyerek ilerlerken neden bu nefreti hak ettiğimi anlamaya çalışıyordum. Linç güruhu oluştu ve hayatımın, tıpkı arkeoloji ekibinde olduğu gibi, yeniden tehlikede olduğu aşikardı. Aynı çılgınlık, aynı korku, aynı şiddetli öfke. Taşlar atarak, sopalarla döverek beni kovaladılar. Neyse ki dar sokaklardan ve evler arasındaki aralıklardan sızarak kasabanın dışına çıkabildim. Kum fırtınası görüşü engellediğinden, kasaba halkı peşimi bıraktı. Arkamdan zafer çığlıkları atıyorlardı; lanetli bir varlığı kovduklarını düşünüyorlardı.
Bir an olsun soluklandım. Ağzımdaki kum tanelerinin tadı, fırtınadan mı yoksa sürekli, ıstırap verici susuzluğumdan mı kaynaklanıyordu, emin olamıyordum. Tamamen harap olmuş bir halde bir kumulun gölgesine çöktüm. Rüzgarın uluyuşuyla savrulan kumlar arasında, geceye baktım ve o kül rengi takipçimin biçimsiz siluetini gördüm. Doğanın haşin unsurları arasında, bana doğru ilerliyordu. Yavaş, kararlı, kaçınılmaz bir şekilde.
Her gece boyunca yürüyüp durdum. Ne zaman dinlenmek için dursam ya da o kül yığını varlığın peşime düşmeyeceği umuduyla hareket etmeyi kessem, geceyi yırtarak karşımda beliriyordu. Tırmanan, şekil değiştiren, çürümüş ama durdurulamaz bir halde, kum tepelerinde avını arıyordu. Hiçbir kasaba ya da köy beni kabul etmedi, ki çok denemiştim… ve önümde artık sonsuz bir kaçıştan başka bir şey kalmamıştı. Artık tek çarem olduğunu biliyordum: mezara geri dönmeliydim. Belki orada, zamanın karanlığından uzanan bu lanetin nedenini anlamama yardım edecek bir ipucu, bir çözüm bulabilirdim. Istırabıma son verecek bir şey.
Yıllarca Sahra’nın gecelik kumlarında, her şeyin başladığı yeri aradım. Ne ilerlememi kaydedecek bir haritam ne de izleyecek bir pusulam vardı. Ama nihayet bir gün, ufukta dağ silsilesini gördüm. Dosdoğru oraya yöneldim ve çok geçmeden terk edilmiş kampımıza tökezledim. Bir zamanlar o kadar vaatkar görünen bu kamp, kariyer belirleyici bir arkeolojik keşif, tarih kitaplarında anılacak bir isim, hatırlanmaya değer bir başarı… şimdi yalnızca unutulmuş bir fısıltının izlerini taşıyordu.
Çadırlardan biri hâlâ ayaktaydı, Sahra’nın amansız iklimine şaşırtıcı derecede direnmişti. Diğerleri ise kumların altında kaybolup gitmişti. Ekibimdeki hiçbir arkeoloğun buraya geri dönmediği belliydi. Beni aramak akıllarına bile gelmemiş miydi? Dr. Samuel Russell, kimsenin umursamadığı, izinin bile sorulmadığı bir hiç miydi?
Bu düşünce beni öfkeyle doldurdu. Bana reva görülen muameleye, dünyanın böyle bir şeytani varlık yaratmış olmasına öfkeleniyordum. Ki o varlık, peşimi bırakmamıştı. Öfkeyle çadırın bezini çekip kazıklarından söktüm. Altında, kumların altına gömülmek üzere olan eşyalarım duruyordu. Unutulmuş, terk edilmiş… Tıpkı Fitzsimmons gibi. Şöhret peşinde koşarken, ben de tarihin tozlu sayfalarında kaybolacaktım.
Mezarın girişine tırmanırken hâlâ cevaplar bulacağıma dair inancım sarsılmamıştı. Kumları kazıyarak içeri süzüldüm. Yıpranmış sırt çantamdan çıkardığım eski dinamolu fener hâlâ çalışıyordu. İçimde bir sevinç dalgası oluştu… Tanıdık geçitten ilerledim, enkaz yığınlarını aştım ve rüyalarımı lanetleyen o mezara girdim.
Oda, tıpkı eskisi gibi sessiz ve mezar gibi duruyordu. Ortadaki heykel, bütün vücudumu titreten bir ürperti yayıyordu; yıllardır çölde peşime düşen o kül rengi canavarı andırıyordu. Yine de cesur olmalıydım. Bunun neden başıma geldiğini öğrenmeliydim. Cevaplara ihtiyacım vardı. İşte o an, heykelin ayaklarının dibinde bir şey fark ettim: Kumların altında, o iğrenç şeyin üzerinde durduğu granit bir blok… Üzerinde çarpık uzuvlar ve bilinmez semboller kazılıydı.
Ellerimle çılgınca kazmaya başladım ve yazıtı anında tanıdım, tıpkı beni buraya sürükleyen tabletteki gibiydi, ancak bu sefer sahne eksiksizdi, müzenin bodrum katında çürüyen o kırık dökük versiyonun aksine. Ah, keşke orada bıraksaydım onu… Dokunulmamış, unutulmuş bir şekilde. Ah, keşke eve dönebilseydim… Lakin artık ev dediğim yer, bu mezardan farksızdı.
Taş oymalar, mezarlığın dışında güneşe övgüler düzen insanları gösteriyordu; sonunda ise o kül rengi varlık, ölümlerinde karanlık bir hazla dans ediyordu. Ancak bu tablet, zamanın kumlarıyla aşınmamıştı ne de onu bulan arkeoloğun keskisiyle kırılmıştı. Hayır, bu tablet hikayenin tamamını anlatıyordu. Görünen o ki heykel, yakındaki dağlardaki bir mağaradan çıkarılmıştı. Bu, onun Mısır medeniyetinden bile daha kadim olduğunu gösteriyordu. Bilinmeyen bir kökenin ürünüydü. Heykel daha sonra bir kasabaya götürülmüş, ancak geceleri ondan tuhaf ve biçimsiz yaratıklar sızmaya başlamıştı. Sayısız ölümün ardından, heykel, bulunduğu dağların eteğindeki bu mezara yerleştirilmişti. Güneşe övgü dizenler, kurban edilmek üzere buraya getirilmişti. Belki de bu lanetli kalıntıyı ancak böyle yatıştırabilirlerdi. Burası bir mezar değil, sefil ve şeytani bir şeyin eviydi. insanların kendilerini ona adayarak hapsetmeye çalıştığı bir mabet. Ve ben… Onun pençelerinden kaçmayı başaran ben, sonsuza dek yeryüzünde dolaşmakla lanetlenmiştim. Susuzluk içimi kemiriyor, ölümün soğukluğu kemiklerimi oyuyordu. Ta ki o varlık beni bulup bu işkenceye son verene kadar.
Sonra bir ses duydum. Sürünüyor, tırnaklarıyla kazıyor, karanlığın içinde sızıyordu. O yaratık evine dönmüştü ve bense onun inindeydim. Tozlu bedeni odanın içine sürüklenirken, gözleri ve ağzı olmayan, insanlıktan nasipsiz, efsanelerin bile ötesinde kadim bir şekilde bana baktı. Yer altından daha iğrenç bir şeyin sızdığı bu toprak ananın pisliği… Bana doğru ilerlerken kumları tekmeliyor, altında yatanı ortaya çıkarıyordu… gecenin sürünen kötülüklerinden bile korkunç bir hakikati. O anda neden hep üşüdüğümü anladım: Bu iğrenç mekanın buz gibi nefesiydi kemiklerimi kemiren. Ve o andan itibaren, neden ağzımın dışarıdaki çöl kadar kuru olduğunu da… Çünkü bedenim asla bu mezardan ayrılmamıştı. Gözleri faltaşı gibi açılmış, ağzı kumla dolmuş, dokunulduğunda buz kesmiş, Dr. Samuel Russell’ın çürüyen cesedi, mezarın zemininde cansız yatıyordu. Kendi ölü bedenimi görünce çığlık attım, ama heykelin yanından geçip geçitte ilerleyerek, bir şekilde dışarıya, çöle çıkmayı başardım. Asla kaçamayacağım bir yere.
O lanetli yere ilk adım attığımın üzerinden on yıl geçti. Bir başka insana yaklaşamadım… ne zaman denesem, dehşet içinde kaçtılar. Tek bir yudum su içemedim; yaşam veren o serinliğe dokunamadım, zira yaklaştığım her kaynak kara, irinli bir bulamaç halini alıyor. Ve o soğukluk… Ölümün kemiren buz gibi nefesi, hâlâ içimde. Ağzım kumla kavrulmuş, tıpkı mezarda yatan bedenim gibi. Kaç kasabaya gizlice sızdım geceleri? Kaç kez korkudan çıldıran insanlar tarafından sopalarla kovalandım? Kaç kişi, bu çürümüş, kül rengi görüntümle dehşete düştü? Yürüyen bir garabet, ölmesine izin verilmeyen bir adam… Ta ki o kadim kötülük benimle işini bitirene kadar. Bazen, hâlâ Samuel Russell olup olmadığımı sorguluyorum.
Gündüzleri Sahra’nın kumlarında dinlendim. Güneş tepede kavururken bile kemiklerim dondurucu bir kış mevsimi kadar soğuk. Her gece, mezardan çıkan o kül yığını varlık peşime düşüyor. Ama bir şekilde kaçmayı başardım. “Yaşamaya” devam ettim… eğer buna yaşamak denebilirse. Bedenim o kadim mezarda çürürken, nasıl olup da hâlâ yeryüzünde dolaştığımı anlamıyorum. Sanırım heykelin amacı, kaçtığım için tamamlanmadı. Ben de mi o şeylerden biri olacaktım? Tesadüfen evime girenleri lanetleyen, kaçanları avlayan bir şey? Ne olduğumu bilmiyorum, ama çöldeki o yaratığa dönüşmeyi reddediyorum. Onun kölesi olmayı… Daha beterini… Ret ediyorum! Geceleri yaklaştığını gördüğümde, aklıma takılıyor: Acaba Dr. Fitzsimmons da mı böyleydi? Peşimdeki, onun kalıntısı mı? Tüm bunlar sadece varsayım… Ama elimde kalan tek şey bu.
İşte şimdi burada oturuyorum. Nil Nehri’ne ulaştım, ancak sular yanımdan geçerken kokuşmuş ve katran gibi bir hal alıyor. Zift renginde, akışkan bir çürüme yığını. Güneş battı, hikayemi anlattım, ama son nefesime kadar yazmaya çalışacağım. Bu, bir şekilde sonum olacak.
İşte geliyor. Karanlıkta, yakınlarda sürünerek ilerliyor. Bu kayalıkta, nehrin kenarında oturacak ve şansımı bekleyeceğim. Zira tüm bu yıllar boyunca, sadece o pislik havuzuna düştüğümde yaratık peşimi bırakmıştı. Belki onu öldürebilirsem, bu işkenceden kurtulabilirim.
On yıllık susuzluk ve soğukluk, ruhumu kemirip bitirdi. Kayıp tarihin kasvetinden doğan on yıllık korku, insanlığımı parça parça söktü. Daha fazlasını vermeyi reddediyorum. Mısır kumlarının altında daha ne lanetler yatıyor? Merak ediyorum… Siz de ediyorsunuz. Eğer dinliyorsanız, uyarıma kulak verin: Kadim mezarlarda uyuyan garabeti orada bırakın. Çöle ve unutuluşun kumlarına terk edin.
Bu, Dr. Samuel Russell’ın son vasiyetidir. Ve işte o kül yığını varlık, kayalığa tırmanarak bana yaklaşıyor. Korkmuyorum. Çektiğim acı, korkularımı söndürdü. Benden bir daha haber alamazsanız, şunu bilin: Hatırlanmaya değer bir şey yaptım. O kül rengi canavarı, o garabeti nehrin derinliklerine çektim. Şimdi ikimiz de o dipsiz karanlıkta sonsuz, ebedi bir uykuya daldık.
SON.