Ben Aleksey. On üç yaşımdaydım o kış. O yıl, kar zemine değil, ruhlarımıza yağdı. Toprak buz tuttuğunda sadece buğday değil, insanlık da kıpırtısız kaldı. Açlık, önce komşunun tenceresinden yükselen son buharla başladı, sonra annemin yanağındaki pembeliğin silinmesiyle sürdü. En sonunda, babamın gözlerinin içindeki ateş de söndü.
Babam, Pyotr Petrov, kasabanın marangozuydu. Elinden baltayla doğan her şey, sanki toprağın kendisinden çıkmış gibiydi. Ama kıtlık geldiğinde, marangozluk kıymetsizdi. Tahta açları doyurmazdı. Annem Vera ise, sabahları hala saçını tarardı; ne için bilmiyorum. Belki de açlık onurdan önce gelmiyordu onun için. Belki son kalan şey, bir tarak ve umuttu.
Evimiz küçüktü. Duvarları rüzgârla konuşur, çatısı bazen Tanrı’nın nefesiyle sallanırdı. Ama biz hâlâ birlikteydik. Bu, o zaman için zenginlik sayılırdı.
Kasabamızın adı Voskresenka’ydı. Adı, “diriliş” demekti. Ama ironi bu ya, kıyamet geldiğinde kimse dirilmedi burada. Kıtlıktan önce, küçük ama gururlu bir yerdi. İnsanlar ellerinin emeğiyle yaşar, toprakla kavga eder, Tanrı’ya hem kızar hem dua ederdi. Herkes birbirini tanırdı. Düğünlerde votka dökülür, ölümlerde ise sessizlik masalara çökerdi. Her sokak köpeği, her tarladaki çit, her evin bacası tanıdıktı.
Pazar günleri kilise çanları çalardı; sesleri rüzgârla buğday tarlalarına karışırdı. Anneler örgü örerdi, babalar kışa odun dizerdi. Çocuklar çamurun içinde koştururken ayaklarına taş takılır, dizleri kanar ama kimse ağlamazdı. Çünkü o günlerde, kanamak bile yaşadığının kanıtıydı.
O zamanlar Makarovlar farklıydı Makarov’lar bizim hemen iki sokak ötemizde otururdu. Evleri taş yapıydı, soba bacası asla tüterken görülmezdi ama içeriden ısı sızardı. Bu bizi hep tedirgin ederdi. O günlerde kimse açlığı gizleyemezdi. Ama onlar gizliyordu. Bunu anlamak uzun sürmedi. Sessizdiler ama garip değillerdi. İvan, kasabanın kuzeyindeki değirmende çalışırdı. sessiz ve dik yürüyen bir adamdı. Bakışlarında tuhaf bir şey vardı. Bir gözünün içi sanki diğerinden karanlıktı. İnsanlara az konuşur, konuştuğunda da kelimeleri ölü gibi düşerd Yalnızlığı severdi. Fazla konuşmazdı ama elleri çalışkandı. Karısı Elena ise tarlaya çıkmazdı. Kitap okurdu, evinde çiçekler yetiştirirdi. İnsanlara az konuşur, konuştuğunda da kelimeleri ölü gibi düşerdi. her zaman solgun ama garip bir güzelliğe sahipti. Yanaklarına sürülen hafif pembelik, dudak kenarındaki titrek bir çizgi Bütün bunlar, çürüyen bir yüzü canlı göstermeye çalışan bir tablonun kopyası gibiydi. O En çok da çocuklardan uzak dururdu.
Çocuk istemezlerdi. Bu herkesin bildiği bir şeydi. Elena’nın çocuk ağlamasına tahammülü yoktu. Komşular bunu soylu bir kibir zannederdi. “Zamanı değil,” derdi İvan. “Bu dünya çocuklara göre değil.” O günlerde bunu tuhaf ama masum bir tercih sayardık.
Sonra kıtlık geldi.
Kar ilk erken düştü o yıl. Toprak daha kendini kapatmamışken, gökyüzü mühürlendi. Yağmur durdu, rüzgâr çürük meyve gibi esti. Buğday başak vermedi, patates kararmadan yerin altından çıkmadı. Ekinler önce sarardı, sonra küle döndü. Açlık, bir kurdun gövdede gezmesi gibi sinsice girdi evlerimize.
Pazar günleri çanlar sustu. Kilise kapandı çünkü artık dua etmek bile boşa geliyordu. İnsanlar tanrılarını unuttu, tencereler boşaldı. Önce hayvanlar yendi, sonra sessizlik başladı. Sokaklarda oyun oynayan çocuklar yoktu artık. Onlar ya çok susuzdu ya da çok sessiz.
Ve işte o sessizliğin içinde bir şey yükseldi. Makarovlar.
Evlerinde ışık yanmaya devam etti. Pencerelerinden yemek kokusu değil ama sıcaklık sızardı. Bacası hiç tütmezdi ama camları buğulanırdı içeriden. Diğer evlerde soba külle dolmuşken, onlarınki sanki hâlâ odun yakıyordu.
Asıl tuhaflıksa başka bir şeydi. Kıtlıktan önce çocuk istemeyen Elena, şimdi her ay bir çocuk doğuruyordu. Sessizce. Ne sancı sesi ne bebek ağlaması duyulurdu. Sadece bir sabah duyurulurdu: “Yine düştü”
“Yine düştü” Ne kadar kolaydı bu söz. Sanki çocuk bir elma gibi dalından düşmüş, yere çarpınca yok olmuştu. Ama o beşikler hiç ağlamadı. O yüzlerde ne keder ne de gerçek yas vardı. Ve biz… biz bunu kabullendik. Çünkü açlık, en önce şüpheyi öldürür.
Sorgulamadık. Çünkü açtık. Ve aç bir insan, korkuyu vicdandan önce taşır.
O gece, ormanın kenarındaydım. Açlıktan midem kendi kendini yerken, su aramak bahanesiyle evden çıkmıştım. Ay, puslu bir mezar taşı gibi yukarıdan bakıyordu. Dalların arasından eğilmiş bir siluet gördüm. Yaklaştım. İvan diz çökmüştü, kucağında minik, kıpırtısız bir beden. Üzerine keten bezi örtülüydü. O çocuğu toprağa gömüyordu. Gözleri kapalıydı ama dudakları kıpırdıyordu.
Ne dua, ne ağıt… bu başka bir şeydi. Kelimeleri duydukça midem bulandı. Boğazım kurudu. Sonra… sonra toprak çatladı. Çatlağın içinden, mühürlü bir sandık yükseldi. Hiçbir el dokunmadı ona. İvan ellerini uzattı, içinden birkaç teneke aldı. Konserve mi, un mu bilmiyorum. Ama gerçekti.
O gece bir çocuğun ruhu toprağa gömüldü. Ve ben yalnızca bakan oldum.
İvan’ın her çocuğu şeytana verdiği birer sunuydu. Her defasında bir anlaşma, her defasında bir sessizlik. Ve biz, komşuları, arkadaşları, kasaba halkı… her seferinde sustuk. Korkudan, umutsuzluktan, açlıktan. Belki hepsinden.
Ama bir gün Elena, artık çocuk doğuramadı. Tanrı’nın rahmi kurudu kadında. Gözlerindeki boşluk derinleşti. İvan ise… o yalnızca baktı. O gece, evlerinden yükselen çığlık sadece duvarları değil, benim uykumu da parçaladı. Sabah Elena yoktu. Kuyuda buldular cesedini. Ağzı yoktu. Sanki susturulmuştu sonsuza dek.
Ve o, hâlâ doymamıştı.
Sonunda sıra başkasının çocuğuna geldi. Bizim komşumuz Anton’un küçük kızı Yelena. Daha emekliyordu. Annesi yorgan dikiyordu, babası tarlaya gidemeyeli haftalar olmuştu. O gece, İvan evlerine girdi. Yelena’yı kucakladığı anda, Anton silahını ateşledi.
Tek kurşun. Sessiz bir öfke.
İvan yere düştü. Ağzından çıkan sıvı ne kana benziyordu, ne de suya. Siyaha çalan bir irin gibi… ruhunun içindeki karanlık dökülmüş gibiydi. Elinde küçük bir çorap vardı.
Sonrası? Sessizlik. Kasaba hiçbir şey söylemedi. Ceset yakıldı. Evin kapısı mühürlendi. Olan oldu.
Ama ben… hâlâ uyanıyorum geceleri. O toprağın çatlayışı, o çocuğun hareketsiz bedeni, o kelimeler… hâlâ kulaklarımda.
Ben Aleksey Petrov. Yaşadım. Gördüm. Sustum.
Ama artık biliyorum: Bazı açlıklar karında değil, kalpte başlar. Ve bazı insanlar doymak için yalnızca yemek değil, evlat da yer.